Ruh Adam Kitabı Özet
Ruh Adam
.
Geçmiş gün olur ki, an gibi yaşanır. An olur ki, geçmişte gibi yaşanır dedirten çılgın bir roman.
Çılgın bir askerin yüzyıllar süren gönül sürgünün hikayesi adeta. Romantik ve disipliner bir çerçeve belirlenirken bir taraftan şizofrenik bir anafor sarıyor okuyucu. Bir an güçlü bir asker iken bir anda duygusal bir liseli oluyor insan.
Kitap bittiğinde kasede ne kaldı diye düşündüğünüzde ise:
Uğrunda nice fedakarlık ettiğimiz,
Çileler çektiğimiz,
Ateşlendiğimiz,
Yandığımız bu dünya bir hayal aslında.
Hakikat ise herşeyin üzerinde. Çırılçıplak hep bizimle.
Bu münasebetle, ruhumuzun Güntülüsü (Romanın kahramanlarından-Liseli Kız) hep diri kalacak ve biz onu aramayı değil, onunla yaşamayı öğreneceğiz. Eskimeyenlerin de dediği gibi: “Aramakla bulunmazmış. Bulanlarsa arayanlarmış.”
Romanın seyrinde okuyucu daima bir arayış içerisinde kalıyor. Bir önceki sayfa ile bir sonraki sayfa arasında kalıyor sıklıkla. Hiç bitmesin dediğin bir aşk anından hemen geçmeli bu an dediğin gelgitlerle dolu bir eser. İnsan psikolojisinin türlü halleri ve kalbin ruha direnişi. Asker karakterli olayın kahramanı Selim Pusat, ne vakit ruhunun derununa dalsa o vakit olunmaz kargaşalar yaşıyor ve yaşatıyor okuyanlara.
Toplumumuzda kesinlikle rastlanabilecek teşhis ve kinayelerle dolu eser, ruhunu gönül ve akıl hapishanesinde zindanlara atmış insanların bir hikayesi aslında. Hepimizden bir demet.
Okunmasını kesinlikle tavsiye ettiğim gizemli bir eser “Ruh Adam”. Kışkırtıcı, huzurlu, isyankar bir eser. Türk edebiyatında pek rastlanmayacak tarzda bir eser. Psikoloji ve tarih birarada. Askeri sembolizden yansımalar da hissedildiği eserde, kendinizi bulutların üstünde, zaman ve mekanın üzerinde yani tabiatüstü bir anda görebiliyorsunuz her sayfa başında. Bir ruh mücadelesi olan “Ruh Adam” dan geriye kalan bir tutam belirsizlik, bir tutam aşk, bir tutam nefisle mücadele, bir tutam suç ve ceza.
KİTAPTAN NOTLAR:
-“Gönlüm dolu âh u zâr kaldı…” Bir gönülün âh u zâr ile dolmasının ne demek olduğunu gönlü rahat olanlar anlayamaz.
-Kendilerini yalnız ve kimsesiz sananlar, çevrelerinde dostlar gördükleri zaman nasıl bir inşirah duyarlarsa Ayşe de onu duyuyordu.
-Felaketler ve kederler gibi bahtiyarlıklarla sevinçler de geçici idi.
-Fuzuli’den: “Can verme gam-ı aşka ki aşk afet-i candır. Aşk afet-i can olduğu meşhur-ı cihandır!”
-Enis Behiç’ten: “Ey vatan! Güzel Turan! Sana feda biz varız. Düşman oğlu meydana çık! Kahramanlık kimde ise anlarız!”
-Selim Pusat’tan:
“Kalbin benim olsun diyorum, çünkü mukadder…
Cismin sana yetmez mi? Çabuk kalbini sök ver!
Yoktur öte alemde de kurtulmaya bir yer!
Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın…”
Selim Pusat’tan:
“Sevda gibi bir gizli emel ruhuna sinmiş,
Bir haz ki hayalden bile üstün ve derinmiş,
Gökten gelerek gönlüne rüzgar gibi inmiş,
Bir sır ki bu, ölsen bile asla açamazsın…
Anlatması imkansız olan öyle bir an ki,
Hülyadaki ses varlığının gayesi sanki…
Bak emrediyor; Daldığın âlemden uyan ki,
Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın…”
-Evet!Bin yıldan beri yaşıyorsunuz. Hatta belki de iki bin yıldan beri. Mete’nin askerlerini sadakat sınavından geçirmek için sevgililerine, nişanlılarına, eşlerine ok atmalarını emrettiği ve büyük sevgileri dolayısıyle ok atmayanları idam ettirdiği zamanlardan beri…”
-Güntülü esrarlı ses ve büyük bir ciddiyetle: “Ben Ok atılmayanlardan biriydim!.”
Hüseyin Nihal Atsız
Hüseyin Nihal Atsız Bey'in babası, Gümüşhane ilinin Dorul ilçesinin Midi köyünden 'Çiftçioğulları' ailesine mensup (Deniz Makina Önyüzbaşısı) Hüseyin Ağa´nın oğlu (Deniz Güverte Binbaşı) Mehmet Nail Bey olup; annesi ise, Trabzon'un kadıoğulları ailesinden (Deniz Yarbayı) Osman Fevzi Bey´in kızı fatma Zehra Hanım'dır.
Atsız'ın babası Mehmet Nail Bey (1877-1944) donanmaya girer ve Deniz Güverte Binbaşılığına kadar terfi eder. 1903 yılındaYüzbaşı iken ilk eşi Fatma Zehra Hanım'la evlenir. Bu evlilikten, 12 Ocak 1905'de Hüseyin Nihal, 1 Mayıs 1910'da Ahmet Necdet (Sancar) ve Aralık 1912'de de Fatma Nezihe (Çiftiçioğlu) olmak üzere üç çocuğu olur.
Atsız, ilkokula, altı yaşında, Kadıköy'deki Fransız okulunda başlar. Fakat çok geçmeden çıkan bir yangında okulun yanması sonucu aynı semtteki Alman Okulu'na verilir (1911) . Bir süre sonra, Kızıldeniz'de bulunan Malatya ganbotunun süvarisi olan babasının yanına gider. Bu arada Türk-İtalyan savaşı çıkar ve ganbotun İstanbul'un emri ile Süveyş'e sığınması üzerine Atsız'da bir kaç ay Fransız okuluna devam eder.
İstanbul Sultanisi'nin onuncu sınıfında iken (1922) , imtihanla Askeri Tıbbiye'ye girer. Tıbbiyeden sonra Kabataş Lisesi'nde üç ay kadar yardımcı öğretmenlik yapar. Bilahere Deniz Yolları'nın 'Mahmut Şevket Paşa' adlı vapurunda katip olarak çalışır ve birkaç seferde katılır. Ancak bu işten tatmin olmaz ve 1926 yılında İstanbul Darülfünunu'nun (üniversitesinin) Edebiyat Fakültesinin yatılı kısmı olan Yüksek Muallim Mektebi'ne kaydolur.
Atsız fakülteden mezun olduktan sonra, Hocası Köprülü, Maarif Vekaleti nezdinde Atsız için aracılık eder ve sekiz yıllık mecburi hizmetlerini affettirerek, kendi yanına asistan olarak alır (25 Ocak 1931) .
15 Mayıs 1931'de 'Atsız Mecmua'yı çıkartmaya başlar. Yazı kadrosuna M. Fuat Köprülü, Zeki Velidi Toğan, Abdulkadir İnan gibi ilim adamlarının da dahil bulunduğu bu 'Türkçü ve Köycü' dergi, Ziya Gökalp'ten sonra Cumhuriyet döneminde Türkçülük çığrını açar. Dergi, 25 Eylül 1932 tarihine kadar 17 sayı çıkar. Atsız, Orhun dergisinin 1 Mart 1944 tarihli 15. sayısında, İsmail Hakkı Baltacıoğlu'nun 1944 Şubat'ında Halkevinde verdiği konferansta komünistlerin küstah hareketleri ve sözleri nedeniyle, devrin başkanı Şükrü Saraçoğlu'na hitaben bir 'Açık Mektup' yayınlar. Bir yıl önceki Türkçe sözleri hatırlatılarak 'solculuğun müsamaha ve kayıtsızlıktan faydalanarak sinsi sinsi ilerlediğini' açıklar. Bunu ikinci mektup takip eder. Yurdun her yerinden ilgi gören açık mektuplar, kısa zamanda ülkenin gündemini meşgul etmeye başlar. Bu durumdan tedirgin olan zamanın Milli Eğitim Bakanı tarafından, Atsız'ın Boğaziçi Lisesi'ndeki Edebiyat öğretmenliği görevine 7 Nisan 1944 tarihinde son verir. Dergi kapatılır ve Atsız hakkında dava açılır.
Atsız İstanbul'da oturduğu için, trenle Ankara'ya gider, garda binlerce genç tarafından karşılaşılır. Birçok genç tutuklanır. Mahkeme, Atsız'ı 4 ay hapis cezasına mahkum ederse de daha önce mahkumiyeti olmadığı ve iyi hali gözetilerek, cezalarının teciline karar verir.
'Irkçılık-Turancılık' davası, 7 Eylül 1944'den itibaren haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eder, 29 Mart 1945 tarihli duruşmada, Atsız 6,5 yıla arkadaşları da muhtelif cezalara mahkum edilirler. Temyiz üzere Askeri Yargıtay kararı esastan bozar. Atsız, 1,5 yıl kadar tutuklu kaldıktan sonra 23 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilir.
1950-1951 öğrenim yılının başında Haydar Paşa Lisesi Edebiyat Öğretmenliğine getirilen Atsız, burada iki yıl görev yaptı. Bu defa da 3 Mayıs'ın kutlamaları için Ankara'da verdiği ilmi bir konferans bahane edilerek öğretmenlikten alındı ve Süleymaniye Kütüphanesindeki eski görevine iade edildi (1952) . Burada 17 yıl çalıştıktan sonra 1969'da emekliye ayrıldı.
1950-1952 yıllarında yayınlanan haftalık Orhun dergisinin başyazarlığını yaptı. 1962'de kurulan Türkçüler Derneği'nin genel başkanlığını üstlendi. 1964'den vefatına kadar Ötüken dergisini yayınladı. Ötüken'de bölücülük hareketlerine karşı dikkatleri çeken yazıları sebebiyle kendisi 'bölücülük' iddiası ile suçlanarak yargılandı.
Fikir hareketini yürütmek, Allah'tan başka kimsenin önünde eğilmemeyi, Allah'tan başka kimseden korkmamayı, dünya ile ilgili arzu ve ihtiyaçlara tenezzül etmemeyi gerektirir ki, her zaman saygı ve hayranlıkla andığımız Atsız; baş eğmeyen, diz çökmeyen ve bütün baskılara rağmen susmayan, susturulamayan bir dava adamı olarak, arkasından silinmez izler bırakarak tarihe geçmiştir.
Nihal Atsız son derece mütevazı imkanlar içinde yaşamasına rağmen, Türk Edebiyatı'nın ve Türk fikir hayatının en değerli eserlerine dev boyutta eserler katmış ve tek başına Türk Milliyetçiliği'nin akademisi haline gelmiştir.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder