13 Nisan 2018 Cuma
İSKENDER PALA OD ÖZET
Od özet
Bir Yunus Emre Hikayesi
İskender PALA - Kapı Yayınları
Bu özet 10.04.2017 tarihinde İstanbul Ticaret Üniversitesi Genel Sekreter Yardımcısı Adnan ECEVİŞ tarafından çıkarılmıştır.
Aşk olup yazmaktır bazen hayat. Göz olup görmek. El olup tutmak ve kulak olup dinlemektir kimi zaman hayat. Nefes olup ses olmaktır dertli bir neyde. Def olup çalınmaktır belki de hayat.
Allah (c.c.) bir kutsi hadisinde de böyle buyurmuyor mu? “Ben kulumun tutan eli gören gözü işiten kulağı olurum!” diye. İşte Rabbimiz hikmeti ile ayet-i mucizesi ile kullarının kendinden bir parça olduklarını ve kimi zaman kullarının şah damarı kadar yakınlarında olduğunu kendilerine anlatıyor.
O kadar yakın ki, kimimizin ses olup kulaklarımızda kimimizin de söz olup nefeslerinde aşkı ile taçlandırıyor kalplerimizi.
Kainatın ilk yaratılan şeyi nedir diye anlatmaya başladığında Yunus; “Aşk” derdi. Yıllarca o “Aşk” için gönülden gönüle aşk şiirleri derdi. Nihayetinde, sonsuz olandan sonsuz olana bir yolculuk hikayesi dert eyledi bizlere içinde yandığı, bizleri her bir harfi ile yaktığı, bizi “OD” eylediği hayatı ile.
Büyük bir aşk, heyecan ve tazelenme içinde seyrine daldığım Yunus Emre’nin hayatını konu alan “OD”, sadece bir dervişin hayatını ya da bir aile dramını ya da bir milletin var olma mücadelesini anlatmıyor. Yahut bir zaman tasviri, tarih anlatımını anlatmıyor sadece. Bir filizlenme süreği adeta. Eser, bir tarafta İslam ve Türk Milletinin mukaddes mi mukaddes dava taşı Anadolu’daki serüvenini anlatırken bir tarafta ilahi serüvenin insan hayatında, yüreğinde ve aklında nasıl aşık aşık dolaştığını, zamanın, kültürün, varoluş kurallarının ve geleneklerinin, yaşanan coğrafya ve insan unsurunun kainatın nasıl bir özeti olduğunu aktarmaya çalışıyor.
Osmanlının hangi iklim içinde kurulduğunun da kısmen anlatıldığı “OD” İskender Pala’nın kaleminden tarih olup bizleri yüzyıllar ötesine götürüyor büyük bir heyecan ile. Eserin kalın ve karmaşık yapısı ve tasvirleri hikaye edişi yanında kendinizi alamadığınız büyük bir akıcılığa sahip olması insanı şaşırtıyor.
Bir aziz milletin nasıl pare pare bir araya geldiğini, vatansızlığın nasıl bir acı iklimde nelere mal olduğunu da aktaran eserde en çok dikkat unsurlardan biri de yine bu aziz milletin bugünlere seyrinde hangi badirelerden ve mertebelerden geçtiğini anlatıyor. Tıpkı Necip Fazıl Kısakürek’in “İnsan bu su gibi kıvrım kıvrım akar ya!” dediği gibi bu seyr-i süluk gerçeğinin, tasavvuf ikliminde bir milleti nasıl bir arada tuttuğunu, nasıl da büyük bir dava taşı haline dönüştüğünü anlatıyor bizlere.
Eserin ilk kaleme alındığı yıllarda bir röportaj için bir araya geldiğim değerli müellifin o günlerde hangi aşk ve heyecan ile o karanlık ve küçük odasında hangi iklimlerde hangi topraklarda ruhunu seyre çıkardığını kitabı okuduğumda daha iyi anladım.
“Geldi geçti ömrüm benim, şol yel esip geçmiş gibi” adeta Yunus Emre’mizin hayatı. Müellif de eserini yazarken bizleri işte böyle sürüklüyor. Zamanın ne olduğu, mekanın neresi olduğunu sık sık karıştırıyorsunuz. Bazen bir Sitare olup gök yüzünde parlıyor, bazen yaprak, toprak olup şifa oluyorsunuz tenlere. Kimi zaman zikir olup doluyorsunuz aşk dolu yüreklere. Kimi zaman ise bir ayrılık olup hasretle yanıyorsunuz ayrılığınıza.
Eseri her kapattığınızda kendinize; “ Mesele ırmak olup koşmalı mı, yoksa göl olup dinlenmeli miyim?” sormadan edemiyor her bir sayfada göz kapaklarınızın ne kadar da ağırlaştığını hissederken gecenin geç saatlerine kadar, yüreğinize şu dizeleri fısıldıyorsunuz;
“Ağla gözüm ağla gülmezem gayru,
Gönül dosta gider gelmezem gayru.
…
Beni irşad eden mürşid-i kamil,
Yeter ben el almazam gayru.”
Hiç bitmesin diye diye bitti kitap, “geldi geçti ömrüm benim” der gibi. Yunus Emre’mizin hikayesinde nice ömürlerin, nice gönül yiğidinin göçüp gitmesi gibi. İçinde sırlar barındıran eseri okurken korkuyorsunuz, üzülüyorsunuz ve umutlanıyorsunuz. Emre’mizin de buyurduğu gibi; “Sır layık olmayana ifşa olunmaz, nadanlara emanet edilmez!” Eser yani bu nadide hayat özeti okuyucusuna sırlarını kimi zaman pare pare açarken kimi zaman sayfaları aşk zindanı ediyor. Aşk demek bela demektir diyor Yunus. Rabbimize ilk sözümüzün “Bela” yani “evet, elbette öyledir” olduğunu anlatan Yunus Emre’miz “Görsen Nice sultanlar yatar. Yunus, sen de ölürsün” elbet diyor kulaklarımıza çığlık olup yüzyıllar ötesinden. Bela dediğimiz günün bize aşk olup aktığını ilk yaratılanın büyük bir hasretle aşk olup içimize dolduğunu anlatıyor dizelerinde. Aşkın bir tasdik olduğunu bunun sonucu olarak da yeryüzündeki olmaz belaların özellikle de Allah’ın has kullarına nasıl da geldiğini anlatmaya çalışıyor Emre’miz. Toprak altında nice Sultanların bu Bela ile olduğunu, nice isyankârların bu aşktan kaçtıklarından börtü böceklere nasıl da yem olduklarını fısıldıyor nefislerimizin kulaklarına.
Yunus Emre, bu aşk ve bela arasında kurduğu köprüyü şu şekilde tasvir ediyor;
Benim adım dertli dolap,
Suyum akar yalap yalap,
Böyle emreylemiş çalap,
Derdim vardır inilerim.
Aslında her birimizin bu dertten yana değil mi şikayetleri, isyanları, hüzünleri. Bebeğin kundağındaki feryadı. Okulda annesinden ayrı şikayette olan öğrencinin ağlaması. Eşinden yuvasından ayrı bir gönlün akıttığı gözyaşları… Tüm bu ayrılıkların, bu feryatların sırrı o kutsal ayrılışta değil mi? Fenadan bekaya göç ederken aslında hakikatten rüyaya oradan da nihayete ermek değil mi bu ayrılık şikayeti?
Özlediğimize, ayrılığından ateşi ile yandığımıza;
“Şöyle hayran eyle beni
Aşkın oduna yanayım
Her ne yana bakar isem
Gördüğüm seni sanayım” diye sesleniyor dimağlarımız, tıpkı Yunus Emre gibi. Eser bir buluşma ile biterken yıllar süren ayrılıklarda, okuyucusunu da ayrılık acısına uyandırıyor aslında.
İskender Pala
Profesör ve divan edebiyatı araştırmacısıdır. “Divan Şiirini Sevdiren Adam” olarak da tanındı.
İskender Pala, 8 Haziran 1958 tarihinde Uşak‘ta Kayaağılı köyünde doğmuştur. Uşak Cumhuriyet ilkokulunda okudu. Kütahya Lisesi’nden mezun oldu. 1979 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Lisans tez çalışması Câmiu’n-Nezâir’dir. Yine İstanbul Üniversitesi’nde “Aşkî, Hayatı, Edebî Şahsiyeti ve Divânı” konusunda Doktora çalışması yaptı. 1983 yılında Doktorasını tamamladı.
1983 yılında Divan edebiyatı dalında doktor, 1993 yılında İstanbul Üniversitesi‘nde doçent ve 1998 yılında Kültür Üniversitesi‘nde profesör oldu. Ortaokul ve liseler için Türkçe ve Edebiyat ders kitapları yazdı. Denemeler, hikayeler, fıkralar ve edebiyat araştırmacısı olarak çeşitli ansiklopedi ve dergilerde bilimsel ve edebi makaleler yayımladı. Düzenlediği Divan Edebiyatı seminerleri ve konferansları geniş kitleler tarafından takip edildi.
1979-1982 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji seminer kütüphane memurluğu yaptı. Hayatının ilerleyen dönemlerinde çeşitli sebeplerden dolayı askerlik mesleğini tercih eden İskender Pala, öğretmen subay olarak 1982 yılında Deniz Kuvvetleri Komutanlığına girdi. 14 yıl 7 ay görev yaptıktan sonra 1996 yılında TSK‘dan ihraç edildi.
1982-1984 yılları arasında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Deniz Lisesi Komutanlığı’nda teğmen, 1984-1986 yılları arasında Üsteğmen olarak görev yaptı.
1986-1987 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi’nde part-time Türk Dili ve Edebiyatı öğretim üyesi olarak çalıştı.
1987-1994 yılları arasında Yüzbaşı olarak, Dz.K.K.lığı Tarihi Deniz Arşivi kuruluş ve faaliyetleri görevinde çalıştı.
1994-1996 yılları arasında Tarihi Deniz Arşiv Araştırmaları ve Dz.K.K.lığı yayın faaliyetlerinin yürütülmesi görevinde çalıştı.
1996-1997 yılları arasında Öğretim yılı, MSÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Eski Türk Edebiyatı öğretim üyesi ve İSAM redakte kurulu üyeliği yaptı.
1997 yılında Öğretim yılında İstanbul Kültür Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı. Aynı zamanda Uşak Üniversitesi öğretim üyesidir.
İskender Pala, 1980 yılında F. Hülya Avcı ile evlendi. Hilye Banu, Elif Dilasa adında iki kızı, Alperen Ahmet adında bir oğlu vardır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder