13 Nisan 2018 Cuma

Damdan Düşen Psikolog Özet

Damdan Düşen Psikolog
Damdan Düşen Psikolog Özet
Bu özet

Bu da olur muymuş dememek lazım. İnsanoğlu yaratılışı icabı sanırım hep daha iyisine bakıyor. Kazanılmışa ve başarılmış olana odaklanıyor. Halbuki kaybedişler, yok oluşlar, yeniden dirilişler ve sonra tekrar sakin durağan bir çizgi ile örülü insanoğlunun hayat dizesi.
Kitabı bitirdiğimde bir gece yarısı ve önümde yoğurt tabağı az evvel içtiğim puroyu hazmetmeye çalışıyor ve son yoğurt kaşığını da ağzıma götürüyordum. Çok tuhaf birşey aslında. Doğan Cüceloğlu’nun hayatında da yoğurdun çok ayrı bir yeri var. Büyük bir kaybedişin ardından ailesinden uzaklaşmasından sonra Türkiye’ye yerleşiyor ve kendince bir ticaret ve kazanç kapısı aralıyor. Lakin bir türlü kazanç sağlayamıyor ve günden güne elindeki para tükeniyor. Ve ciddi arayışlar. Arayışlar. Bir de bunun öncesinden bir süreç var tabi. Emlak Danışmanlığı. Karmaşık duygular.
İnsan hayatının tümü bir kısa filmin karelerinden oluşuyor aslında. Başarılar başarısızlıklar ve nihayetli bir ömrün adım adım kare kare son bulması. Kendi hayatı içerisinde bir serüvene sürükleyen kimin zaman pişmanlık kimi zaman büyük risklerle dolu kimi zamansa mutluluk huzur gözyaşı kahkaha ile devam edip sürüklüyor kendi hayatında Doğan Cüceloğlu. Ve farkında sizin hayatınızın önemli bir parçası haline dönüşüyor. Sizin kaderiniz onun kaderinden hisseler almaya başlıyor zira kendi gibi düşünmeye başlıyorsunuz. Yazar da tam bundan bahsediyor aslında. Ne kadar da birbirimizden etkilendiğimizden bahsediyor. Korku kültürü diyor. Anadolu insanının nasıl bir psikolojik zeminde yetiştiğini anlatırken bu zeminin aslında ne kadar sağlıksız olduğunu da örneklerle anlatıyor. Batı kültüründe ise bu kültürün tamamen zıddı bir psikolojik havanın olduğunu sorumluluk sahibi insanların başarılı kendine güvenen kendini ifade edebilen insanların nasıl bir ortamda yetiştiğini ve batının neredeyse her alandaki başarısının altında yatan en büyük nedenlerden birinin de özgüven ve başka insanlara ne olursa olsun saygılı olma duygusunun yattığını anlatmaya çalışıyor. Ve diyor ki elimde bir fırsat olsa bu korku kültürü ile aşırı özgüven duygusunu harmanlasam yani Anadolu kültürü ile batı kültüründen müteşekkil bir toplum kültürü çıkarsam orta yola dair ne güzel olur diyor.
Hayatın doğal seyrince bir evlat bir kardeş bir öğrenci bir genç bir baba bir kimi zaman bir akademisyen kimi zaman bir tüccar veya işçi veya cebinde beş kuruş parası kalmış bir işsizdi Cüceloğlu. Hepimizin ortak hikayesinin dışında Batı kültürünün zenginlikleri ve farklılıklarını kendi öz kültürümüz ie sürekli bir mukayese halinde yaşıyor tüm bu süreçleri.
Cüceloğlu bir psikolog. Toplumsal analizler yapabilme ve kişisel dürtüleri iletişim psikolojisini ve insan kabulünü net bir şekilde analiz edip görebilme imkanına sahip. Evlilik hayatı ve aile ortamlarından ciddi dersler ve hatıralar çıkartarak korku kültürü ile sıcak Anadolu ikliminin enerjisinin aileye yansımalarından bahsediyor sürekli. İlk evlilik hayatında ruhsal bütünlüğü sağlayamamayı da tam da bu konular üzerinden ele alıyor. Bütünleşememek ve ruhların dansını gerçekleştirememekten bahsediyor. Aynı kültürden iki insanın nasıl ruhlarını dans ettirebileceklerinden fakat değişip gelişememe risklerinden de söz ediyor. İşte burası ciddi bir travma. Yani farklılık mı benzerlik mi? Tercih tamamen biz de. Değişip gelişmenin bedeline katlanmak istiyorsak diyor bu farklılık ortamını kabullenmek zorundayız. Yoksa durağan sakin bütünleşik ayrımsız bir evlilik ya da birliktelik insan ne kazandırabilir ki diye de ilişkileri sorguluyor.
Kitapta dikkatimi çeken en güzel şeylerden biri de Doğan Hocanın Anadolu insanına olan sevgisi ve güveni oldu. Bir tespitinde diyor ki ortalama zekaya sahip bir Türk İnsanı orada çok başarılı oluyor. Ciddi başarılar yakalayabiliyor. Çünkü Türk insanı değer bulmuyor Anadolu’da. Değerli değil. Düşünceleri ile hayata kattıklarıyla kabiliyetleri ile değerli değil. Ama Batıda (Bu arada batıyı özellikle ABD olarak tanımlıyor.) azıcık değer görsün, kendisine değer verilsin Türk insanı hemen verimli hale dönüşüyor. Daha başarılı oluyor. Burada tabi bu değer görmek önemseme yada dikkate alınma sadece bize has bir durum değil. Doğan Hocaya göre bu ABD’nin eğitim sisteminin de zeminini teşkil ediyor. Orada bilgiye ve sorgulamaya en doğru olanı bulmaya bir merak var. Bireyde görülen en ufak potansiyel bile çok değerli. Potansiyel sahibi olanlara başka nasıl bir değer katarız bunun endişesi ile sürekli, değerlerin desteklendiğinden bahsediyor. Üniversitelerin bir keşfetme merkezi haline dönüştüğünü de aktaran Doğan Hoca, düşünen insan için organize olmuş bir yapı olarak bahsediyor üniversitelerden.
Her iki toplum arasında sürekli bir mukayese geliştiren Doğan Hoca, toplumlardaki kurumsal yapılar ve insan psikolojisi üzerine devam ettiriyor bu mukayeselerini.
Özellikle kadın erkek ilişkilerindeki özgürlükçü duruş bakış açısına çok da alışamadığı ortada. Bunu eşli ziyaretlerdeki rahat tavırlara gösterdiği tepkilerden anlamak mümkün. Bununla birlikte bireyler arasındaki bu özgür duruşun aynı zamanda bir samimiyet ortamı oluşturduğuna ve Anadolu insanında korku kültürünün de etkisi ile rahat olmayan bir ortam ve doğal sonuç olarak samimiyetten uzak, perde perde kişilik sonuçlarının olduğundan bahsediyor. Kendi ailesinden de sürekli örnekler veren Hoca, insanların birbirleri hakkında neler düşündükleriyle ilgili bizdeki tabular ve Batı kültüründeki serbestliğin ilk andan itibaren dikkat çektiğinden bahsediyor ve ilişkiler arasındaki dürüst kalabilme, olaylara ve durumlara karşı samimi tavırlar sergileyebilme noktasında Batı kültürünün üstünlüklerinden bahsediyor.
İnsanın kendinde ciddi bir yolculuğa çıktığı kitabı okumanızı hararetle tavsiye ediyorum.

Doğan CÜCELOĞLU

Kırktan fazla bilimsel makalesi yayınlanan bir psikolog ve çeşitli topluluklara bilimsel psikoloji çerçevesinde gelişim seminerleri sunan bir iletişim psikolojisi uzmanıdır. Çok sayıdaki kişisel gelişim kitabı ile Türk insanının düşünce, duygu ve davranışlarını inceler.

Mersin'in Silifke ilçesinde 11 çocuklu bir ailenin 11. çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve ortaokulu orada bitirmiştir. Ankara ve Kırklareli'de liseyi bitirip İstanbul Üniversitesi Psikoloji bölümünden mezun olmuştur. ABD'de Illinois Üniversitesi'nde Bilişsel Psikoloji doktorasını yapmıştır.

Türkiye'de Hacettepe Üniversitesi iӀe Boğaziçi Üniversitesi'nde çalışmış, Fulbright bursu ile Berkeley'deki Californiya Üniversitesi'nde ziyaretçi öğretim üyesi olarak bir sene görev almıştır.

1980-1996 yılları arasında ABD'deki Fullerton şehrinde California Eyalet Üniversitesi'nde görev yapmıştır. 1996'dan bu yana Türkiye'de üniversite öğrencilerine, öğretmenlere, ana-babalara ve iş adamlarına yönelik seminerler, konferanslar ve atölye çalışmaları düzenlemektedir. Psikoloji üzerine birçok kitap yazmıştır ve bunların hepsi eğitici kitaplardır.

İSKENDER PALA OD ÖZET


Od özet
Bir Yunus Emre Hikayesi
İskender PALA - Kapı Yayınları

Bu özet 10.04.2017 tarihinde İstanbul Ticaret Üniversitesi Genel Sekreter Yardımcısı Adnan ECEVİŞ tarafından çıkarılmıştır.

Aşk olup yazmaktır bazen hayat. Göz olup görmek. El olup tutmak ve kulak olup dinlemektir kimi zaman hayat. Nefes olup ses olmaktır dertli bir neyde. Def olup çalınmaktır belki de hayat.
Allah (c.c.) bir kutsi hadisinde de böyle buyurmuyor mu? “Ben kulumun tutan eli gören gözü işiten kulağı olurum!” diye. İşte Rabbimiz hikmeti ile ayet-i mucizesi ile kullarının kendinden bir parça olduklarını ve kimi zaman kullarının şah damarı kadar yakınlarında olduğunu kendilerine anlatıyor.
O kadar yakın ki, kimimizin ses olup kulaklarımızda kimimizin de söz olup nefeslerinde aşkı ile taçlandırıyor kalplerimizi.
Kainatın ilk yaratılan şeyi nedir diye anlatmaya başladığında Yunus; “Aşk” derdi. Yıllarca o “Aşk” için gönülden gönüle aşk şiirleri derdi. Nihayetinde, sonsuz olandan sonsuz olana bir yolculuk hikayesi dert eyledi bizlere içinde yandığı, bizleri her bir harfi ile yaktığı, bizi “OD” eylediği hayatı ile.
Büyük bir aşk, heyecan ve tazelenme içinde seyrine daldığım Yunus Emre’nin hayatını konu alan “OD”, sadece bir dervişin hayatını ya da bir aile dramını ya da bir milletin var olma mücadelesini anlatmıyor. Yahut bir zaman tasviri, tarih anlatımını anlatmıyor sadece. Bir filizlenme süreği adeta. Eser, bir tarafta İslam ve Türk Milletinin mukaddes mi mukaddes dava taşı Anadolu’daki serüvenini anlatırken bir tarafta ilahi serüvenin insan hayatında, yüreğinde ve aklında nasıl aşık aşık dolaştığını, zamanın, kültürün, varoluş kurallarının ve geleneklerinin, yaşanan coğrafya ve insan unsurunun kainatın nasıl bir özeti olduğunu aktarmaya çalışıyor.
Osmanlının hangi iklim içinde kurulduğunun da kısmen anlatıldığı “OD” İskender Pala’nın kaleminden tarih olup bizleri yüzyıllar ötesine götürüyor büyük bir heyecan ile. Eserin kalın ve karmaşık yapısı ve tasvirleri hikaye edişi yanında kendinizi alamadığınız büyük bir akıcılığa sahip olması insanı şaşırtıyor.
Bir aziz milletin nasıl pare pare bir araya geldiğini, vatansızlığın nasıl bir acı iklimde nelere mal olduğunu da aktaran eserde en çok dikkat unsurlardan biri de yine bu aziz milletin bugünlere seyrinde hangi badirelerden ve mertebelerden geçtiğini anlatıyor. Tıpkı Necip Fazıl Kısakürek’in “İnsan bu su gibi kıvrım kıvrım akar ya!” dediği gibi bu seyr-i süluk gerçeğinin, tasavvuf ikliminde bir milleti nasıl bir arada tuttuğunu, nasıl da büyük bir dava taşı haline dönüştüğünü anlatıyor bizlere.
Eserin ilk kaleme alındığı yıllarda bir röportaj için bir araya geldiğim değerli müellifin o günlerde hangi aşk ve heyecan ile o karanlık ve küçük odasında hangi iklimlerde hangi topraklarda ruhunu seyre çıkardığını kitabı okuduğumda daha iyi anladım.

“Geldi geçti ömrüm benim, şol yel esip geçmiş gibi” adeta Yunus Emre’mizin hayatı. Müellif de eserini yazarken bizleri işte böyle sürüklüyor. Zamanın ne olduğu, mekanın neresi olduğunu sık sık karıştırıyorsunuz. Bazen bir Sitare olup gök yüzünde parlıyor, bazen yaprak, toprak olup şifa oluyorsunuz tenlere. Kimi zaman zikir olup doluyorsunuz aşk dolu yüreklere. Kimi zaman ise bir ayrılık olup hasretle yanıyorsunuz ayrılığınıza.

Eseri her kapattığınızda kendinize; “ Mesele ırmak olup koşmalı mı, yoksa göl olup dinlenmeli miyim?” sormadan edemiyor her bir sayfada göz kapaklarınızın ne kadar da ağırlaştığını hissederken gecenin geç saatlerine kadar, yüreğinize şu dizeleri fısıldıyorsunuz;
“Ağla gözüm ağla gülmezem gayru,
Gönül dosta gider gelmezem gayru.

Beni irşad eden mürşid-i kamil,
Yeter ben el almazam gayru.”

Hiç bitmesin diye diye bitti kitap, “geldi geçti ömrüm benim” der gibi. Yunus Emre’mizin hikayesinde nice ömürlerin, nice gönül yiğidinin göçüp gitmesi gibi. İçinde sırlar barındıran eseri okurken korkuyorsunuz, üzülüyorsunuz ve umutlanıyorsunuz. Emre’mizin de buyurduğu gibi; “Sır layık olmayana ifşa olunmaz, nadanlara emanet edilmez!” Eser yani bu nadide hayat özeti okuyucusuna sırlarını kimi zaman pare pare açarken kimi zaman sayfaları aşk zindanı ediyor. Aşk demek bela demektir diyor Yunus. Rabbimize ilk sözümüzün “Bela” yani “evet, elbette öyledir” olduğunu anlatan Yunus Emre’miz “Görsen Nice sultanlar yatar. Yunus, sen de ölürsün” elbet diyor kulaklarımıza çığlık olup yüzyıllar ötesinden. Bela dediğimiz günün bize aşk olup aktığını ilk yaratılanın büyük bir hasretle aşk olup içimize dolduğunu anlatıyor dizelerinde. Aşkın bir tasdik olduğunu bunun sonucu olarak da yeryüzündeki olmaz belaların özellikle de Allah’ın has kullarına nasıl da geldiğini anlatmaya çalışıyor Emre’miz. Toprak altında nice Sultanların bu Bela ile olduğunu, nice isyankârların bu aşktan kaçtıklarından börtü böceklere nasıl da yem olduklarını fısıldıyor nefislerimizin kulaklarına.
Yunus Emre, bu aşk ve bela arasında kurduğu köprüyü şu şekilde tasvir ediyor;
Benim adım dertli dolap,
Suyum akar yalap yalap,
Böyle emreylemiş çalap,
Derdim vardır inilerim.

Aslında her birimizin bu dertten yana değil mi şikayetleri, isyanları, hüzünleri. Bebeğin kundağındaki feryadı. Okulda annesinden ayrı şikayette olan öğrencinin ağlaması. Eşinden yuvasından ayrı bir gönlün akıttığı gözyaşları… Tüm bu ayrılıkların, bu feryatların sırrı o kutsal ayrılışta değil mi? Fenadan bekaya göç ederken aslında hakikatten rüyaya oradan da nihayete ermek değil mi bu ayrılık şikayeti?

Özlediğimize, ayrılığından ateşi ile yandığımıza;
“Şöyle hayran eyle beni
Aşkın oduna yanayım
Her ne yana bakar isem
Gördüğüm seni sanayım” diye sesleniyor dimağlarımız, tıpkı Yunus Emre gibi. Eser bir buluşma ile biterken yıllar süren ayrılıklarda, okuyucusunu da ayrılık acısına uyandırıyor aslında.

İskender Pala
Profesör ve divan edebiyatı araştırmacısıdır. “Divan Şiirini Sevdiren Adam” olarak da tanındı.

İskender Pala, 8 Haziran 1958 tarihinde Uşak‘ta Kayaağılı köyünde doğmuştur. Uşak Cumhuriyet ilkokulunda okudu. Kütahya Lisesi’nden mezun oldu. 1979 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Lisans tez çalışması Câmiu’n-Nezâir’dir. Yine İstanbul Üniversitesi’nde “Aşkî, Hayatı, Edebî Şahsiyeti ve Divânı” konusunda Doktora çalışması yaptı. 1983 yılında Doktorasını tamamladı.

1983 yılında Divan edebiyatı dalında doktor, 1993 yılında İstanbul Üniversitesi‘nde doçent ve 1998 yılında Kültür Üniversitesi‘nde profesör oldu. Ortaokul ve liseler için Türkçe ve Edebiyat ders kitapları yazdı. Denemeler, hikayeler, fıkralar ve edebiyat araştırmacısı olarak çeşitli ansiklopedi ve dergilerde bilimsel ve edebi makaleler yayımladı. Düzenlediği Divan Edebiyatı seminerleri ve konferansları geniş kitleler tarafından takip edildi.

1979-1982 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji seminer kütüphane memurluğu yaptı. Hayatının ilerleyen dönemlerinde çeşitli sebeplerden dolayı askerlik mesleğini tercih eden İskender Pala, öğretmen subay olarak 1982 yılında Deniz Kuvvetleri Komutanlığına girdi. 14 yıl 7 ay görev yaptıktan sonra 1996 yılında TSK‘dan ihraç edildi.

1982-1984 yılları arasında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Deniz Lisesi Komutanlığı’nda teğmen, 1984-1986 yılları arasında Üsteğmen olarak görev yaptı.

1986-1987 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi’nde part-time Türk Dili ve Edebiyatı öğretim üyesi olarak çalıştı.

1987-1994 yılları arasında Yüzbaşı olarak, Dz.K.K.lığı Tarihi Deniz Arşivi kuruluş ve faaliyetleri görevinde çalıştı.

1994-1996 yılları arasında Tarihi Deniz Arşiv Araştırmaları ve Dz.K.K.lığı yayın faaliyetlerinin yürütülmesi görevinde çalıştı.

1996-1997 yılları arasında Öğretim yılı, MSÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Eski Türk Edebiyatı öğretim üyesi ve İSAM redakte kurulu üyeliği yaptı.

1997 yılında Öğretim yılında İstanbul Kültür Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı. Aynı zamanda Uşak Üniversitesi öğretim üyesidir.

İskender Pala, 1980 yılında F. Hülya Avcı ile evlendi. Hilye Banu, Elif Dilasa adında iki kızı, Alperen Ahmet adında bir oğlu vardır.

ARAYIŞLAR KİTAP ÖZET

Arayışlar Özet

Nâcî’den bir dem ile..
“Hakk tecelli eyleyince her işi âsân eder,
Halk eder esbâbını bir lahzada ihsân eder.”

İnsan.

Kimi zaman koskoca kahırlardan, kimi zaman karanlık kuyulardan, kimi zaman da zulüm kamplarından kurtulur da, kendi yüreğinin zindanından kurtulamaz.

2.Dünya savaşında yaklaşık 4 yıl Nazi Kamplarında esir düşmüş bir yahudi psikoloğun, bu karanlık günlerde deneyimlediği acı hatıralar ve yaşadıklarına dair bilim dünyasına kazandırdığı “Logoterapi” analiz tekniğinin anlatıldığı kaynak bir çalışma ve hatta ötesi, insanın kendini anlama çabasının üstün bir tezi niteliğinde eser.

Kainatın yaratıcısı Allah (cc)’ın Rahman Suresi 29. ayette de belirttiği: “O, her an yaratma halindedir!” ile insan ve kaderi her an yaratılmakta, her şey aslında yeni baştan yazılmaya devam edilmektedir.

İnsan, Allah’tan geldi Allah’a gider ise..
İnsan, Allah’tan bir parça ise..
Her an kendini yenileme ve keşfetme imkanına sahip mükerrer ve en mükemmel yaratılış olarak, olaylar ve düşünceler karşısında kendini her şart ve imkanda yenileyebilme ve geliştirebilme imkanına da sahiptir.

2.Dünya savaşı sırasında yazılmış olan eserin özünde yazar, “milyonlarca anlamsızlık içinde insan, kendine bir anlam bulabilmeli ve hayatta kalabilmeli” temasını çalışmaktadır.

Kitaptan bir kesit ile, “bir film milyarlarca kareden oluşur. Bir karenin eksikliği, o filmin bütününü anlamamızı etkiler. Filmin bütününü anlamak için olan gayretimiz, işte o kareye olan muhtaçlığımız, insanın hayatının bütününde bulması gereken tek bir anlama benzer. O tek bir anlam, bizi bütünde anlamlı kılacak ve bizi hayata bağlayacaktır.” kitabın mayasını anlatabiliriz aslında.

Dünyada artık bir kuram olarak kabul edilen ve insanlığın belki de son yüzyılda en büyük arayışı olan “anlam” konusunda bir rehber niteliğindeki kitapta eleştiriye açık, hatta kabulü mümkün olmayan şekilde “Kampta, aciz ve bunamış, zulümden iki büklüm olmuş insanları Müslümanlara” benzetmesinin saçmalığını da bahsetmeden geçmek istemiyorum.

Kaldı ki, kitabın tümünde de görüleceği üzere, zulüm o kadar derindir ki, insanlık duygusu dışında hiçbir onuru kalmayan kamp insanlarının kendilerine bu eziyeti yapan Nazilere dair neredeyse hiçbir eleştirileri olmaz iken, Müslümanlığı ve İslamiyet’i aşağılaması asla gözden kaçırılacak bir konu değil. Bu bir eleştiri notu çalışması olsa belki de tek eleştiri noktası olabilirdi.

En yitirilmiş anda dahi insanın kendine hayati bir hedef koyarak bu anlamsızlaşan hayatı anlamlı hale getirebileceğini söyleyen Frankl; yukarda not aldığım kritik hatasına rağmen; “İnsanın gerçekten ihtiyaç duyduğu şey, gerilimsiz bir durum değil, daha çok, uğruna çaba göstermeye değer bir hedef, özgürce seçilen bir amaç için uğraşmak ve mücadele etmektir.” diyerek, nihai olarak insanın hedefsiz ve anlamsız yaşayamayacağını açıklamaya çalışır.
Anlatılan hikaye ve hatıraların tamamının gerçek olduğu eserde yazar, din temasını da belirsiz periyotlar ile ele almakta, karamsarlığı reddettiği için mi bilinmez, dine karşı durmamaktadır. Acının ve şeytani güçlerin her yerde bulunduğunu, insanın kendi iç dünyasında iyiliğin de kötülüğün de, erdemin de olumsuzluğun da bir arada olabileceğini, tercihlerimizin bizi yaşama anlam katmaya doğru yönlendireceğini ya da tamamen yok oluşa sürükleyeceğini anlatmaktadır.
1945 yılında, ciltsiz ve kapaksız olarak ilk basımı gerçekleşen eser, uzun yıllar best seller olarak en üst raflarda yer almıştır. Özellikle ikinci basımı itibari ile imzalı şekilde yayınlanmaya başlayan eserle ilgili yıllarla birlikte periyodik konferanslar ve çalıştaylar düzenlenmiş, Dr. Frankl ömrünün sonuna kadar “Logoterapi” metodu üzerine çalışmalarını derinleştirmiştir.

Umut her şeydir. Var kalabilmenin, varoluşun en büyük mayasıdır. Geçmişten bir hatıraya, gelecekte bir umuda sarılmak zorunda insan bu tarz travma geçitlerinde. Aksi halde, umutsuz bir insan, kendini kaybetmişliğe teslim etmiş bir insan yok olmaya ve gerçekten yitirmeye mahkumdur. Eserin, kamptan hatıralar kısmında anlatılan şu bölüm tam da bu anlatmaya çalıştığımın ifadesi olacak:
“Bir insanın ruhsal durumu ile cesareti yada umudu yada bunların bulunmayışı- vücudunun bağışıklık durumu arasında ne kadar yakın bir ilişki olduğunu bilenler, umut ve cesaretin birdenbire yitirilmesinin öldürücü bir etkisi olabileceğini anlayabilecektir. Arkadaşımın ölümünün nihai nedeni, (Kampta yakın arkadaşı bir gün bir rüya görür. Ve acılarının belirli bir tarihte sona ereceğini kendisine söylendiğini aktarır. Ancak, tarih yaklaştıkça acıların dinme umudu yitirilmeye başlar ve tarih geldiğinde tamamen umudunu yitirmiş hasta ölmüştür.) beklediği özgürlüğün gelmemesi ve ağır bir hayal kırıklığı yaşamasıydı. Geleceğe olan inancı ve yaşama istemi felce uğramış ve bedeni hastalığa yenik düşmüştü. Böylece rüyasındaki ses bir anlamda haklı çıkmıştı.”
Şimdi sizleri, bu varoluş çabasının ve büyük anlam arayışının bir izcisi olarak kitabı okumaya davet ederken, eserin bende bıraktığı heyecan ile; “Her şeye rağmen, hayat yaşamaya değer” diyorum.

Viktor Emil Frankl
3. Viyana Okulu olarak bilinen akımın kurucusudur.
Varoluşcu teraρinin en önemli ismi olan Victor Emil Frankl kendi geliştirdiği kuramın adını logoteraρi (Anlam Merkezli Teraρi) olarak adlandırmıştır. Kuramında yaşamın anlamına özellikle vurgu yaρan Frankl , 2. Dünya Savaşı'nda Polonya içerisindeki Alman toplama kamplarında 4 yıl kadar süren bir tutsaklık geςirmiştir. sozkimin.com Burada yaşadığı ve gördüğü yaşantılar onun Logoteraρi adlı psikoteraρi kuramını gerçekleştirmesine yol açmıştır. Yaşamın anlamını bulabilmek iςin öncelikle biɾ amacımızın olması geɾektiğini vuɾgulayan Fɾankl, acının vazgeςilmez olduğu duɾumlaɾda acının da biɾ anlamı olabileceğini vuɾgulaɾ. Logoteɾaρide diğeɾ vaɾoluşçu teɾaρistleɾden faɾklı olaɾak iki teknik geliştiɾmiştiɾ. Paɾadoksal niyet ve düşünce odağını değiştiɾme. Bu teɾaρi özellikle acı çeken, hayatın anlamını soɾgulayan kişileɾde oldukça etkili biɾ teɾaρi yöntemidiɾ. Bu teɾaρi yöntemi ve teknikleɾi psikolojik danışmanlaɾca ve diğeɾ teɾaρistleɾce sıklıkla kullanılmaktadıɾ.

Kaynak: http://www.sozkimin.com/a/612-viktor-emil-frankl-kimdir-sozleri-ve-hayati.html#ixzz5BFFwesQE

Ruh Adam Kitabı Özet

Ruh Adam Kitabı Özet
Ruh Adam
.

Geçmiş gün olur ki, an gibi yaşanır. An olur ki, geçmişte gibi yaşanır dedirten çılgın bir roman.
Çılgın bir askerin yüzyıllar süren gönül sürgünün hikayesi adeta. Romantik ve disipliner bir çerçeve belirlenirken bir taraftan şizofrenik bir anafor sarıyor okuyucu. Bir an güçlü bir asker iken bir anda duygusal bir liseli oluyor insan.
Kitap bittiğinde kasede ne kaldı diye düşündüğünüzde ise:
Uğrunda nice fedakarlık ettiğimiz,
Çileler çektiğimiz,
Ateşlendiğimiz,
Yandığımız bu dünya bir hayal aslında.
Hakikat ise herşeyin üzerinde. Çırılçıplak hep bizimle.
Bu münasebetle, ruhumuzun Güntülüsü (Romanın kahramanlarından-Liseli Kız) hep diri kalacak ve biz onu aramayı değil, onunla yaşamayı öğreneceğiz. Eskimeyenlerin de dediği gibi: “Aramakla bulunmazmış. Bulanlarsa arayanlarmış.”
Romanın seyrinde okuyucu daima bir arayış içerisinde kalıyor. Bir önceki sayfa ile bir sonraki sayfa arasında kalıyor sıklıkla. Hiç bitmesin dediğin bir aşk anından hemen geçmeli bu an dediğin gelgitlerle dolu bir eser. İnsan psikolojisinin türlü halleri ve kalbin ruha direnişi. Asker karakterli olayın kahramanı Selim Pusat, ne vakit ruhunun derununa dalsa o vakit olunmaz kargaşalar yaşıyor ve yaşatıyor okuyanlara.
Toplumumuzda kesinlikle rastlanabilecek teşhis ve kinayelerle dolu eser, ruhunu gönül ve akıl hapishanesinde zindanlara atmış insanların bir hikayesi aslında. Hepimizden bir demet.
Okunmasını kesinlikle tavsiye ettiğim gizemli bir eser “Ruh Adam”. Kışkırtıcı, huzurlu, isyankar bir eser. Türk edebiyatında pek rastlanmayacak tarzda bir eser. Psikoloji ve tarih birarada. Askeri sembolizden yansımalar da hissedildiği eserde, kendinizi bulutların üstünde, zaman ve mekanın üzerinde yani tabiatüstü bir anda görebiliyorsunuz her sayfa başında. Bir ruh mücadelesi olan “Ruh Adam” dan geriye kalan bir tutam belirsizlik, bir tutam aşk, bir tutam nefisle mücadele, bir tutam suç ve ceza.

KİTAPTAN NOTLAR:
-“Gönlüm dolu âh u zâr kaldı…” Bir gönülün âh u zâr ile dolmasının ne demek olduğunu gönlü rahat olanlar anlayamaz.
-Kendilerini yalnız ve kimsesiz sananlar, çevrelerinde dostlar gördükleri zaman nasıl bir inşirah duyarlarsa Ayşe de onu duyuyordu.
-Felaketler ve kederler gibi bahtiyarlıklarla sevinçler de geçici idi.
-Fuzuli’den: “Can verme gam-ı aşka ki aşk afet-i candır. Aşk afet-i can olduğu meşhur-ı cihandır!”
-Enis Behiç’ten: “Ey vatan! Güzel Turan! Sana feda biz varız. Düşman oğlu meydana çık! Kahramanlık kimde ise anlarız!”
-Selim Pusat’tan:
“Kalbin benim olsun diyorum, çünkü mukadder…
Cismin sana yetmez mi? Çabuk kalbini sök ver!
Yoktur öte alemde de kurtulmaya bir yer!
Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın…”

Selim Pusat’tan:
“Sevda gibi bir gizli emel ruhuna sinmiş,
Bir haz ki hayalden bile üstün ve derinmiş,
Gökten gelerek gönlüne rüzgar gibi inmiş,
Bir sır ki bu, ölsen bile asla açamazsın…
Anlatması imkansız olan öyle bir an ki,
Hülyadaki ses varlığının gayesi sanki…
Bak emrediyor; Daldığın âlemden uyan ki,
Mutlak seveceksin beni, bundan kaçamazsın…”
-Evet!Bin yıldan beri yaşıyorsunuz. Hatta belki de iki bin yıldan beri. Mete’nin askerlerini sadakat sınavından geçirmek için sevgililerine, nişanlılarına, eşlerine ok atmalarını emrettiği ve büyük sevgileri dolayısıyle ok atmayanları idam ettirdiği zamanlardan beri…”
-Güntülü esrarlı ses ve büyük bir ciddiyetle: “Ben Ok atılmayanlardan biriydim!.”
Hüseyin Nihal Atsız
Hüseyin Nihal Atsız Bey'in babası, Gümüşhane ilinin Dorul ilçesinin Midi köyünden 'Çiftçioğulları' ailesine mensup (Deniz Makina Önyüzbaşısı) Hüseyin Ağa´nın oğlu (Deniz Güverte Binbaşı) Mehmet Nail Bey olup; annesi ise, Trabzon'un kadıoğulları ailesinden (Deniz Yarbayı) Osman Fevzi Bey´in kızı fatma Zehra Hanım'dır.

Atsız'ın babası Mehmet Nail Bey (1877-1944) donanmaya girer ve Deniz Güverte Binbaşılığına kadar terfi eder. 1903 yılındaYüzbaşı iken ilk eşi Fatma Zehra Hanım'la evlenir. Bu evlilikten, 12 Ocak 1905'de Hüseyin Nihal, 1 Mayıs 1910'da Ahmet Necdet (Sancar) ve Aralık 1912'de de Fatma Nezihe (Çiftiçioğlu) olmak üzere üç çocuğu olur.

Atsız, ilkokula, altı yaşında, Kadıköy'deki Fransız okulunda başlar. Fakat çok geçmeden çıkan bir yangında okulun yanması sonucu aynı semtteki Alman Okulu'na verilir (1911) . Bir süre sonra, Kızıldeniz'de bulunan Malatya ganbotunun süvarisi olan babasının yanına gider. Bu arada Türk-İtalyan savaşı çıkar ve ganbotun İstanbul'un emri ile Süveyş'e sığınması üzerine Atsız'da bir kaç ay Fransız okuluna devam eder.

İstanbul Sultanisi'nin onuncu sınıfında iken (1922) , imtihanla Askeri Tıbbiye'ye girer. Tıbbiyeden sonra Kabataş Lisesi'nde üç ay kadar yardımcı öğretmenlik yapar. Bilahere Deniz Yolları'nın 'Mahmut Şevket Paşa' adlı vapurunda katip olarak çalışır ve birkaç seferde katılır. Ancak bu işten tatmin olmaz ve 1926 yılında İstanbul Darülfünunu'nun (üniversitesinin) Edebiyat Fakültesinin yatılı kısmı olan Yüksek Muallim Mektebi'ne kaydolur.

Atsız fakülteden mezun olduktan sonra, Hocası Köprülü, Maarif Vekaleti nezdinde Atsız için aracılık eder ve sekiz yıllık mecburi hizmetlerini affettirerek, kendi yanına asistan olarak alır (25 Ocak 1931) .

15 Mayıs 1931'de 'Atsız Mecmua'yı çıkartmaya başlar. Yazı kadrosuna M. Fuat Köprülü, Zeki Velidi Toğan, Abdulkadir İnan gibi ilim adamlarının da dahil bulunduğu bu 'Türkçü ve Köycü' dergi, Ziya Gökalp'ten sonra Cumhuriyet döneminde Türkçülük çığrını açar. Dergi, 25 Eylül 1932 tarihine kadar 17 sayı çıkar. Atsız, Orhun dergisinin 1 Mart 1944 tarihli 15. sayısında, İsmail Hakkı Baltacıoğlu'nun 1944 Şubat'ında Halkevinde verdiği konferansta komünistlerin küstah hareketleri ve sözleri nedeniyle, devrin başkanı Şükrü Saraçoğlu'na hitaben bir 'Açık Mektup' yayınlar. Bir yıl önceki Türkçe sözleri hatırlatılarak 'solculuğun müsamaha ve kayıtsızlıktan faydalanarak sinsi sinsi ilerlediğini' açıklar. Bunu ikinci mektup takip eder. Yurdun her yerinden ilgi gören açık mektuplar, kısa zamanda ülkenin gündemini meşgul etmeye başlar. Bu durumdan tedirgin olan zamanın Milli Eğitim Bakanı tarafından, Atsız'ın Boğaziçi Lisesi'ndeki Edebiyat öğretmenliği görevine 7 Nisan 1944 tarihinde son verir. Dergi kapatılır ve Atsız hakkında dava açılır.

Atsız İstanbul'da oturduğu için, trenle Ankara'ya gider, garda binlerce genç tarafından karşılaşılır. Birçok genç tutuklanır. Mahkeme, Atsız'ı 4 ay hapis cezasına mahkum ederse de daha önce mahkumiyeti olmadığı ve iyi hali gözetilerek, cezalarının teciline karar verir.

'Irkçılık-Turancılık' davası, 7 Eylül 1944'den itibaren haftada 3 gün olmak üzere 65 oturum devam eder, 29 Mart 1945 tarihli duruşmada, Atsız 6,5 yıla arkadaşları da muhtelif cezalara mahkum edilirler. Temyiz üzere Askeri Yargıtay kararı esastan bozar. Atsız, 1,5 yıl kadar tutuklu kaldıktan sonra 23 Ekim 1945 tarihinde tahliye edilir.

1950-1951 öğrenim yılının başında Haydar Paşa Lisesi Edebiyat Öğretmenliğine getirilen Atsız, burada iki yıl görev yaptı. Bu defa da 3 Mayıs'ın kutlamaları için Ankara'da verdiği ilmi bir konferans bahane edilerek öğretmenlikten alındı ve Süleymaniye Kütüphanesindeki eski görevine iade edildi (1952) . Burada 17 yıl çalıştıktan sonra 1969'da emekliye ayrıldı.

1950-1952 yıllarında yayınlanan haftalık Orhun dergisinin başyazarlığını yaptı. 1962'de kurulan Türkçüler Derneği'nin genel başkanlığını üstlendi. 1964'den vefatına kadar Ötüken dergisini yayınladı. Ötüken'de bölücülük hareketlerine karşı dikkatleri çeken yazıları sebebiyle kendisi 'bölücülük' iddiası ile suçlanarak yargılandı.

Fikir hareketini yürütmek, Allah'tan başka kimsenin önünde eğilmemeyi, Allah'tan başka kimseden korkmamayı, dünya ile ilgili arzu ve ihtiyaçlara tenezzül etmemeyi gerektirir ki, her zaman saygı ve hayranlıkla andığımız Atsız; baş eğmeyen, diz çökmeyen ve bütün baskılara rağmen susmayan, susturulamayan bir dava adamı olarak, arkasından silinmez izler bırakarak tarihe geçmiştir.

Nihal Atsız son derece mütevazı imkanlar içinde yaşamasına rağmen, Türk Edebiyatı'nın ve Türk fikir hayatının en değerli eserlerine dev boyutta eserler katmış ve tek başına Türk Milliyetçiliği'nin akademisi haline gelmiştir.

AKLI KARIŞIK KİTAP ÖZET

Aklı Karışık kitap özet

Arka Kapak Yazısı (Tanıtım Bülteninden)



Yaşamında artık seni hayrete düşüren pek bir şey kalmadıysa,

Çoğu zaman kendini keyifsiz, şevksiz, enerjisiz hissediyorsan,

Bazen göğsün sıkıntıdan çatlayacakmış gibi hissediyorsan

Anla ki aslında kalbin sana sesleniyor!

Ona kulak ver ki en sıradan gördüğün şeyler bile seni hayretten hayrete düşürsün.

Sıra dışı ancak makul deneyimlere açıl, alışkanlıklarına meydan oku:

Birkaç gün köyde köy koşullarına uyarak yaşa,

Sanatla ilgilen, sanatçıların atölyesine misafir ol,

Muhtaçlara yardım et, hastaları ziyaret et, çocukları sevindir,

Rüyalarını önemse, belgesel izle, fiziksel egzersiz yap,

Mevlevi seması gibi sûfî programlarına katıl.

Bazen gözlerini kapayıp kendi iç dünyanı seyret;

Bazen al eline teleskopu, gece vakti gökyüzünü seyret.

Göreceksin can sıkıntısının yerini yaşam coşkusu alacak...

SOBE SİYAH ORKİDE ÖZET

Sobe Siyah Orkide Özet

Size çok acı vermiş birinin ölmesini ister misiniz?

Komşunuzun sırrını çözmek için ne kadar ileri gidersiniz?

Aşk kurbanı iki kadın bir araya gelirse ne olur?

Bazen korkmamız gereken tek şey, kendi acımız ve bunu dindirmek için yapabileceklerimizdir… Jülide’nin büyük umutlarla taşındığı Işıl Apartmanı’nda ise, asla tahmin edemeyeceği acılar saklıdır. Yaşlı bir hanımefendi ile iki iş kadınının ikamet ettiği, tüm sırları bilen bir vitrin mankeni ile kalbi kırık bir apartman görevlisinin görünüp kaybolduğu Işıl Apartmanı’ndaki saklambaç oyununa hoş geldiniz.

İnsan doğasının keskin uçlarına dair ürpertici bir günlükle yapılan hesaplaşmayı anlatan Sobe Siyah Orkide, Yaprak Öz’ün kalemiyle okuyucuları bir kez daha buluşturuyor. Klasik korku ögeleriyle süslü roman, 1995 yılında, Kadıköy’de geçiyor. Roman, müzikseverler için de çeşitli sürprizlerle dolu. Öz’ün diğer üç romanında olduğu gibi, anlatıcı yine gizem çözmeye meraklı bir kadın karakter ve olaylar bir defter aracılığıyla okura aktarılıyor.

Arka Kapak Yazısı (Tanıtım Bülteninden)


Korku edebiyatımızın kraliçesi Yaprak Öz’den nefes kesen yeni bir roman: “Sobe Siyah Orkide”



 Size çok acı vermiş birinin ölmesini ister misiniz?

  Aşk kurbanı iki kadın bir araya gelirse ne olur?

            Bazen korkmamız gereken tek şey, kendi acımız ve bunu dindirmek için yapabileceklerimizdir... Jülide'nin büyük umutlarla taşındığı Işıl Apartmanı'nda ise, asla tahmin edemeyeceği acılar saklıdır. Yaşlı bir hanımefendi ile iki iş kadınının ikamet ettiği, tüm sırları bilen bir vitrin mankeni ile kalbi kırık bir apartman görevlisinin görünüp kaybolduğu Işıl Apartmanı'ndaki saklambaç oyununa hoş geldiniz. İnsan doğasının keskin uçlarına dair ürpertici bir günlükle yapılan hesaplaşmayı anlatan bu sürükleyici korku romanı, Yaprak Öz'ü okurlarıyla bir kez daha buluşturuy

BAZI YOLLAR YALNIZ YÜRÜNÜR ÖZET

Bazı yollar yalnız yürünür özet

Evet kitap hakkında olumlu ya da olumsuz bir şey söylemek istemiyorum. Yazar Özgür Bacaksız hayata dair aforizmaları bu kitapta toplamış. Günümüzde insanlar uzun cümlelerden oluşan paragraflar okumak istemiyor.(Ne yazık ki)


Bunun farkında olan yazar, kısa aforizmalarla kitabın satış rakamı konusunda kendince olumlu bir iş yapmış. Kitaptan bazı aforizmalar:



Kitapsız, çiçeksiz, hayvansız, vicdansız, doğrusuz insandan uzak dur.
Umudu öldürüp, nefreti toprağa dikmek isteyenlerden uzak dur.
Hayatı sadece ideoloji ve düşünce olarak görenden uzak dur.
Mutlu olmanı, sorgulamanı, düşünebilmeni kendilerine yapılmış bir tehdit olarak görenlerden uzak dur.
Kendilerine duydukları yabancılık yüzünden karşısındakini kötü bilenlerden uzak dur.
Nefreti evinin kapısına koyan, artık her dışarı çıktığında avucunda nefret taşıyanlardan uzak dur.
İnsan hayatına olan saygısızlığı bir övünç madalyası gibi, gurur mekanizması gibi görenlerden uzak dur.
Kelimeleri özenle seçmeyen, her cümlesi biat olan, her sözcüğü toz olandan uzak dur.
Sesinin tonu kalbinin tonundan çok olanlardan uzak dur.
Çünkü neye çok yaklaşırsan, neyi çok biriktirirsen, ona dönüşürsün.

Özgür Bacaksız, Bazı Yollar Yalnız Yürünür, Destek Yayınları.

Arka Kapak Yazısı (Tanıtım Bülteninden)


Kitapsız, çiçeksiz, hayvansız, vicdansız, doğrusuz insandan uzak dur.

Umudu öldürüp, nefreti toprağa dikmek isteyenlerden uzak dur.

Hayatı sadece ideoloji ve düşünce olarak görenden uzak dur.

Mutlu olmanı, sorgulamanı, düşünebilmeni kendilerine yapılmış bir tehdit olarak görenlerden uzak dur.

Kendilerine duydukları yabancılık yüzünden karşısındakini kötü bilenlerden uzak dur.

Nefreti evinin kapısına koyan, artık her dışarı çıktığında avucunda nefret taşıyanlardan uzak dur.

İnsan hayatına olan saygısızlığı bir övünç madalyası gibi, gurur mekanizması gibi görenlerden uzak dur.

Kelimeleri özenle seçmeyen, her cümlesi biat olan, her sözcüğü toz olandan uzak dur.

Sesinin tonu kalbinin tonundan çok olanlardan uzak dur.

Çünkü neye çok yaklaşırsan, neyi çok biriktirirsen, ona dönüşürsün.

BİR DELİNİN HEZEYANI ÖZET

Arka Kapak Yazısı (Tanıtım Bülteninden)


Bir Delinin Hezeyanı Özet

Feridun  Ulusoy’un 7. yapıtı, ama ilk Öykü kitabı olan BİR DELİNİN HEZEYANI, yazarın, insan yaşamının gerçekleriyle ilgili izlenimlerini, gözlemlerini, deneyimlerini ele aldığı öykülerden oluşur. Kitapta ilk bakışta göze çarpan şey, Ulusoy’un sözcüklerle kurduğu sıkı ve sağlam örgünün, şiirsel bir anlatım niteliği taşıdığıdır. Kanımca, edebiyatın “Öykü türü” ne tat veren en önemli özellik de şiirselliktir. Kitapta gözlenen bu şiirsellik, özellikle Şahmeran’ da doruk noktasına ulaşır. Zaman İkilemi adlı öykünün, insanda uyandırdığı gülünesi hüzün, Hey Güzel Yurdum Hey’ de yansıtılan trajikomik ögeler, üstünde durup düşünmemizi gerektiren toplumsal olayları vurgular. İçsel gücünü kullandığında, insanın neleri başarabileceğine acıklı bir örnek oluşturan Melek, bir sanatçının, heykeltıraş Rodin ile sevgilisi Camille’in iç sızlatan öyküsüne benzeyen yazgısının işlendiği, kitaba adını veren Bir Delinin Hezeyanı ve öteki öyküler, güncel konuların, su gibi akıcı bir dille kaleme alınmış, hoşgörülü eleştirisi de sayılabilir.

Dilinin yalınlığı, biçeminin sağlamlığı ile bu öyküler,  Alberto Moravia’nın yenigerçekçi öykülerini anımsatır. Öykülerin merkezinde insan vardır. Toplumsal yaraların örselediği insan figürleri, sıradan, halktan kişiler, günlük olaylar, ironik bir kurgu içinde, “kara mizah” ile anlatılır. Yazar, gülünçlüklerin altında yatan acı gerçeğe değindiği öykülerin kahramanlarına, sevecenlikle yaklaşır; zaman zaman kurguya kendisini de katarak, olayları içten izler.  Kısacası, düzenin çelişkilerinden kaynaklanan gerçekçi bakış açısı, hemen hemen tüm öykülere egemendir.

Öykü dalında da ustalığını kanıtlayan Feridun Ulusoy’un, öykücülüğümüze yeni sentezler katacağı müjdesini veren öykülerinin, okurun da hoşuna gideceğini umuyorum.

                                                                             

-Gülbende Kuray Ulusoy-

BİR DELİNİN HATIRA DEFTERİ ÖZET


Bir Delinin Hatıra Defteri Özeti
Gogol Bir Delinin Hatıra Defteri

Gogol'un bu unutulmaz kitabında en sevdiğim unsurlar; kitabın karakterleri ve sıra dışı olaylar oldu. Kitapta adaletsiz dünya bir delinin yaşadıklarıyla anlatılmıştır. Haksızlıklara boyun eğme özelliği fakir olan insanlara, sesini yükseltmek hakkı ise makam ve mevkii sahibi insanlara ait olduğu bu dünyayı Gogol çok güzel bir şekilde eleştirmiştir. Kitabın dili yalın ve sade, öykülerdeki olaylar ise çarpıcı ve heyecan dolu. İnsanlara olan yanlış bakış açımızı değiştirmek ve kendimizi adalet süzgecinden geçirmek için okunması gereken bir kitaptır.

Nikolay Gogol'un beş tane durum öyküsünden oluşan kitabı, "Makam" kavramını ele alır. Kral-halk, güçlü-zayıf, zengin-fakir, üst sınıf-alt sınıf ve memurlar arasındaki kademe farkını anlatır. Beş tane öyküde halk arasındaki ayrıma değinmesine rağmen, makam ve mevkii düşüncesini en çok somutlaştırdığı ve okuyucuya aktardığı öykü "Palto"dur. Palto hikayesinde ana karakter olan Akaki Akakiyeviç, dokuzuncu dereceden bir memurdur. Bir dairede yaşar ve en büyük zevki, aynı zamanda işi olan yazıları kopya etmektir. Bir devlet dairesinde yazıları ve mektupları muntazam bir şekilde kopya eder. Ancak Akaki akıl sağlığı yerinde olmayan biridir ve yoksuldur. Üzerinde eskiyen ve yırtık paltosuyla işine gidip gelmektedir. Paltosu oradaki memurlar tarafından tam bir alay konusudur. Onu küçümseyip, haksızlık yaptıkları halde Akaki onlara ses çıkarmaz. Ancak üşüdüğü için komşusu terzi Petroviçe bir palto yaptırmaya karar verir. Bütün parasını bu paltoya harcar ve büyük bir heyecanla paltosunu giyip işe gider. İş yerindeki diğer memurlar yarım akıllı Akaki'nin yeni paltosunu kutlamak için bir parti düzenlerler. Akaki ne kadar istemese de bu partinin kendi için düzenlendiğini sandığından partiye gider. Kutlamadan sonra Akaki yeni paltosuyla dairesine giderken, hırsızlar onun paltosunu çalar. Bu duruma Akaki çok üzülür. İş arkadaşlarından biri ona eğer üst memurlardan "önemli kişi"ye giderse onun paltosunu bulacağını söyler. Akaki önemli kişiyi bulur ve derdini ona anlatır, paltosunu bulmasını ister. Otoriter sahibi, kendini beğenmiş, üst sınıf rütbeye sahip olan önemli kişi onu çok ağır bir şekilde azarlar ve odasından kovar. Akaki onun bağırışlarından çok korkar ve hastalanır. Ancak hastalığı bir türlü iyileşmez ve ölür.

Akaki öldükten sonra ortalarda onun hayaletinin dolandığını ve insanların paltosunu çaldığı söylentisi çıkar. Önemli kişi Akaki'nin öldüğünü duyunca vicdan azabı duyar ama bu durumu çabuk atlatır. Bir gün önemli kişi at arabasında giderken Akaki'nin hayaleti gelip onun paltosunu da zorla alır ve o olaydan sonra civarda daha onun ruhu görülmez. Bu hikaye böyle sona erer. Görüldüğü gibi bu öyküde üst kademe memurların otoritesi, bencilliği, alt sınıfı ezmesi, hor görmesi ve adaletsiz dünya yapısı anlatılır.

Diğer öykülerden de kısaca bahsedecek olursak ilk öykü olan "Bir Mayıs Gecesi Ve Suda Boğulan Kız" hikayesinde birbirini seven Levko ve Ganna'nın aşkı anlatılır. Levko işçidir ancak babası muhtar ve zengindir. Babası da Ganna'yı sevdiği için oğlu Levko'nun Ganna ile evlenmesine izin vermez. Öyküde suda boğulan kız efsanesi anlatılır ve bu efsanedeki hayalet kız Levko'ya Ganna ile evlenmesi için yardım eder, hikayede onların kavuşmasıyla son bulur.

İkinci hikayede ise "Neva Bulvarı" anlatılır. Neva bulvarını yazar, kısa bir öykü ile çok geniş bir biçimde tasvir eder.

Üçüncü öyküde kitabında adını aldığı Bir Delinin Hatıra Defteri anlatılır. Buradaki delide tıpkı palto hikayesindeki Akaki gibi fakirdir ve çalıştığı yerdeki albayın kızı Sofi'ye aşıktır. Bu deli yani İvanov köpeklerle konuşur ve Sofi'nin köpeğinin mektuplarını çalar. Sofinin başka biriyle evleneceğini öğrenir ve evi basar. Bu arada İspanya kralı 8. Ferdinand tahtını terketmiştir. İvanov ise yeni İspanya Kralı'nın kendisi olduğunu zanneder ve bunu insanlara söyler. Artık kraldır ve Sofi ile evlenebileceğini düşünür. Öykünün sonunda İvanov'u akıl hastanesine götürürler ama o kendinin İspanya'ya gittiğini ve orada Kral 8.Ferdinand olduğunu, tahtına oturacağını zanneder. Artık akıl hastanesi İspanya, oradaki deliler halkı, kendisi de oranın kralıdır.

Dördüncü hikayenin adı ise "Burun"dur. Burada özel eğitim alarak rütbe kazanmış, sekizinci dereceden memur olan Binbaşı Kovalev'in bir sabah uyandığında burnunun yerinde olmaması ile başlar olaylar ve Kovalev öykü boyunca burnunu arar. Bu burun ise o sabah berber İvan'ın ekmeğinin içinden çıkar ama İvan sarhoş olduğu için o burnu kendi kesip kesmediğini hatırlamaz ve bir beze sarıp göle atar. Kovalev burnu olmadan rütbe sahibi olamayacağını, alt sınıf olacağını düşünür. Çok üzülür ama yapacak bir şey yoktur. Aradan yedi ay geçer ve Kovalev bir sabah uyandığında burnunun yerine tekrar geri geldiğini görür ve çok sevinir. Öyküde burada son bulur. Bu anlatılan beş öyküye de dikkat edersek; yaşanılan olağanüstülükler delilerin hatıra defterinden alınmış belleklerinde kurguladıkları öykülerdir. Olayları anlatan deli insanlardır. Gogol bu eserinde devlet dairelerindeki üst sınıf memurları eleştirmiştir. Alt sınıfı ezme, kendini üstün görme, ayrım yapma makam sahiplerinin özellikleri olarak anlatılmıştır ve Gogol bu kitabında sadece adil bir dünya istemiştir.

12 Nisan 2018 Perşembe

KIRLANGIÇ ÇIĞLIĞI ÖZET

Ahmet Ümit, yeni romanıyla ilgili yaptığı ilk açıklamalarda, Suriyeli göçmenleri ve sorunlarını anlatacağını ve romanına ‘Kırlangıç Fırtınası’ adını vermeyi düşündüğünü söylemişti. Ümit önümüzdeki günlerde raflarda olacak kitabının adını Kırlangıç Çığlığı yaptı. Ümit romanıyla ilgili soruları yanıtlarken “Çocuk tacizcilerini öldüren bir seri katil mi daha tehlikeli yoksa dünya bu haldeyken ‘aman banane’ deyip kendi keyfine bakan insan mı daha tehlikelidir?” dedi.


SANAT GENETİK BİR MİRAS MI?

Teve2’de Armağan Çağlayan’ın sunduğu “Hepsi Bugün Oldu” programına katılan sanatın genetik bir miras olup olmadığı konusunda şunları söyledi: “Sanat yetenek ve yaratıcılık işidir. Annem bir terziydi ve hikaye anlatıcıydı. Kadın otururdu ve herkese masallar anlatırdı. 22 yaşına kadar farkına varmadım, ilk hikayemi o yaşta yazdım. Sonra düşününce anlıyorum ki bu genetik bir şey ve annemden geçmiş olabilir, yahut küçük bir çocuksunuz ve anneniz çocuklara bir şeyler anlatıyor. O da bir rol model olmuş olabilir.”

KIRLANGIÇ ÇIĞLIĞI’NIN KONUSU NEDİR?

Ümit, romanın Suriyeli göçmenlerle ilgili olacağını söyledi. Göçmenlerin başına gelenlerden, yaşadıkları dramlar ve acılardan etkilendiğini söyleyen Ümit, bu romanın bir seri katil romanı olacağını söyledi.

Ümit yeni romanıyla ilgili şunları söyledi: “Çocuk tacizcilerini öldüren bir seri katil mi daha tehlikeli yoksa dünya bu haldeyken ‘aman banane’ deyip kendi keyfine bakan insan mı daha tehlikelidir? İkisi de birbirininden kötü görünse de sıradan faşizm denilen şey tam olarak da seyirci kalmaktır. Ses çıkarmayarak ve var olan duruma razı gelerek kötülüğün büyümesine sebep olunuyor. Suriyelileri anlatan ilk roman olacak. Daha önce göçmenlerle ilgili yazılmış romanlar olsa da Suriyeli mültecilerin durumu gerçekten de oldukça yürek dağlıyor. Suriyeli göçmenler dolayısıyla kimi yurttaşlar işini kaybetti ve bu sebeple de ırkçılık yükselmeye başladı. Çaresizce ölümden kaçıp Türkiye’ye gelen insanlara tepki duyulmaya başlanıyor. Çözüm onlara tepki gösterilmesi değil, Suriye’deki savaşın bir an evvel sonlanması ve Suriyelilerin kendi vatanlarına dönmeleri.”

Arka Kapak Yazısı

Acıyı gördüm. Gözlerinin ortasında bir çiçek gibi büyüyen irisin önce ağır ağır büzülmesini, ardından çığlık gibi ansızın patlamasını gördüm. Titreyen dudaklar, bal mumuna dönüşen yüzleri, çöken yanakları, irileşen elmacık kemiklerini, birer mağara gibi derinleşen göz çukurlarını, kurumuş ağızların içinde pelteleşen dilleri gördüm.

Anladım ki benliğimizin farkına vardığımız an, acının pençesinde kıvrandığımız andır.

Çığlık değil, ürperiş değil, evet, nereden geldiğini bilmediğim o vahşi iniltiyi kalbimin derinliklerinde duydum. Soluksuz kaldım, boğazım kupkuru, alnım ateşler içinde, tuhaf bir hülyaya kapılmışım gibi sürüklendim o dipsiz boşlukta. Hayatın en karanlık sırrıyla yüzleştim.

Karanlığın her aşamasından geçtim, akan kanın sesini duydum, ölümün serinliğini damarlarımda hissettim.

Geçmişin kamburunu çoktan söküp attım sırtımdan.

İnsanın insanı öldürdüğü o ilk ânı gördüm, katilin zafer haykırışını, kurbanın korku çığlığını işittim.

Her an uyanmaya hazır o muhteşem dürtüyü bastırmak, insanlığın en masum haline, en saf doğasına dönmemek için yıllarca ihanet ettim kendime. Kendimle birlikte bütün dünyayı da kandırdım. Neredeyse başaracaktım ama bırakmadılar, benim adıma onlar öldürmeye başladılar.

İşte bu yüzden geri döndüm…

NASIL BİR DÖNEMDEN GEÇİYORUZ?

Ahmet Ümit, insanlığa dair düşüncelerini de şöyle sıraladı: “İnsanın aslında kendiyle yüzleştiği bir dönemi yaşıyoruz. İnsanı olumlu olarak kullanırız. Bugün ‘insan ol’ dediğinde ben korkuyorum. Geçenlerde denk geldiğim bir belgeselde Mars’a yolculuğu anlatıyordu. Başka bir gezegene gidilecek ve bunu başaracağız. O zaman düşündüm, ‘Acaba bu iyi bir şey mi?’ Bizim türümüz kendisiyle bile başa çıkamazken uzaya, başka canlılara bu yıkıcı kültürle gitmek ne kadar iyi bilmiyorum. Şu haliyle insan olmak ne kadar gurur verici bir şey, bence çok tartışmalı.”

AHMET ÜMİT NASIL YAZIYOR?

Romanlarını nasıl oluşturduğu ve çalışma yöntemiyle ilgiliyse şunları söyledi: “Yazmak beni çok mutlu ediyor. Önce konuyu saptıyorum, sonra o konu üzerine derin bir araştırma süreci başlıyor. Örneğin yazdığım roman tarih üzerineyse buna dair araştırma yapıyorum. Son romanım Elveda Güzel Vatanım için ilgili coğrafyalara gidip bir iki yıl kadar araştırma yapıyorum. Konuyla ilgili hem okumalar yapıyorum, hem de bilim insanlarıyla görüşüyorum.”
Arka Kapak Yazısı (Tanıtım Bülteninden)



Acıyı gördüm. Gözlerinin ortasında bir çiçek gibi büyüyen irisin önce ağır ağır büzülmesini, ardından çığlık gibi ansızın patlamasını gördüm. Titreyen dudaklar, bal mumuna dönüşen yüzleri, çöken yanakları, irileşen elmacık kemiklerini, birer mağara gibi derinleşen göz çukurlarını, kurumuş ağızların içinde pelteleşen dilleri gördüm.



Anladım ki benliğimizin farkına vardığımız an, acının pençesinde kıvrandığımız andır.



Çığlık değil, ürperiş değil, evet, nereden geldiğini bilmediğim o vahşi iniltiyi kalbimin derinliklerinde duydum. Soluksuz kaldım, boğazım kupkuru, alnım ateşler içinde, tuhaf bir hülyaya kapılmışım gibi sürüklendim o dipsiz boşlukta. Hayatın en karanlık sırrıyla yüzleştim.



Karanlığın her aşamasından geçtim, akan kanın sesini duydum, ölümün serinliğini damarlarımda hissettim.



Geçmişin kamburunu çoktan söküp attım sırtımdan.



İnsanın insanı öldürdüğü o ilk ânı gördüm, katilin zafer haykırışını, kurbanın korku çığlığını işittim.



Her an uyanmaya hazır o muhteşem dürtüyü bastırmak, insanlığın en masum haline, en saf doğasına dönmemek için yıllarca ihanet ettim kendime. Kendimle birlikte bütün dünyayı da kandırdım. Neredeyse başaracaktım ama bırakmadılar, benim adıma onlar öldürmeye başladılar.



İşte bu yüzden geri döndüm...

PEMBE FİLİ DÜŞÜNME KİTAP ÖZET

Zeynep Selvili Çarmıklı Pembe Fili Düşünme Özet

Yazar kitabında bilinçli farkındalık, öz-şefkat, kabul ve kararlılık gibi kavramlar üzerinden insanların tepkilerinin asıl kaynaklarını irdelediği ve kendi değerlerini bulmaları için okurlara adeta bir yol arkadaşlığı yaptığı kitabı Pembe Fili Düşünme, İnkılâp Kitabevi’nden yayımlandı.

İnsanın kendini bir şeyi düşünmemeye zorladığında, zihnin nasıl işlediğini ve düşünmek istenilmeyen şeyin zihni meşgul ettiği anlatan Zeynep Selvili Çarmıklı, acı veren deneyimlerden kaçınmanın değerlere odaklanmamızı nasıl engellediğine dair saptamalarına yer veriyor.

Kitabı okurların geçmişlerini, öğrendiklerini, deneyimlerini göz ardı ederek ezbere nasihatler vermek için değil, bir yol arkadaşı olmaya niyet ederek yazdığını belirten Çarmıklı, Pembe Fili Düşünme’ye dair şu ifadeleri kullanıyor:

“Bu kitabı biricik olduğumuzu hatırlayalım ve onurlandıralım diye yazdım. En acı verici, en zor, en kurtulmak istediğimiz ama ne yaparsak yapalım kurtulamadığımız duygu ve düşüncelerimize açıklıkla, şefkatle yaklaşmanın yollarını keşfetmek için yazdım.”

Harvard Tıp Fakültesi Psikiyatri Öğretim Üyesi Christopher Germer’in “İnsanların nelerle bocaladığına ve nasıl daha mutlu, daha dolu dolu bir yaşam sürebileceğine dair sorulara çağdaş, bilim temelli yanıtlar öneriyor” diye nitelendirdiği Pembe Fili Düşünme, anlık deneyimlerimizi ve kendimizi “kabul etmek” için rehber niteliğinde bir çalışma.

Pembe Fili Düşünme, bir kişisel gelişim kitabı değil, bir kişisel kabul kitabı…

Arka Kapak Yazısı

Pembe fili düşünmemem gerekiyor. Tamam, o zaman kocaman, gri bir balina düşünürüm. Pembe fili düşünme. Balinalardı değil mi su püskürten? O kadar zaman nefeslerini mi tutuyorlar, ne yapıyorlar? Pembe fili düşünme. Geçenlerde aldığım kitabı da düşünebilirim. Pembe fili düşünme. Çok heyecanlıyım başlamak için. Pembe fili düşünme. Pembe fili düşünmemem lazım. Acaba kaç defa düşündüm? Pembe fili düşünme. Böyle de düşünmemem lazım galiba. Pembe fili düşünme. Pembe fili düşünme. Mini mini bir kuş donmuştu, pencereme konmuştu. Pembe fili düşünme. Of kaç dakika oldu acaba? Pembe fili düşünme. Dakika tutmayı unuttum galiba. Pembe fili düşünme. Pembe fili düşünme. Acaba telefonum nerede? Kılıfı da pembe! La la la la. Pembe fili düşünme. Pembe fili düşünme.

Zeynep Selvili Çarmıklı
26 Haziran 1987’de İzmir’de doğan Zeynep Selvili Çarmıklı, psikolog olma hayaliyle büyümedi. Önceleri balerin olmak istiyordu. İlk köpeği hastalanınca da veteriner olmak istediğine karar verdi. Yedi yaşına kadar ailesiyle yılın yarısını İzmir’de, yarısını ise Miami’de geçirdi.

Zeynep Selvili Çarmıklı psikolojiye İzmir Saint-Joseph Fransız Lisesi’nde okuduğu dönemde gittiği Princeton ve Georgetown üniversitelerinin yaz okullarında merak saldığını düşünüyor ama insan ruhuna olan merakının altında belki de annesinin hep tekrarladığı “Her şey insan için,” sözü yatıyor.

Miami Üniversitesi’nde psikoloji ve sinema eğitimi alan Zeynep Selvili Çarmıklı, uygulamalı psikoloji alanındaki yüksek lisansını ise New York Üniversitesi’nde tamamladı. “Bilişsel Davranışçı Terapi” ve “Şema Terapi Uluslararası Sertifikasyon” eğitimlerini aldı. Bir yandan da “Mindfulness” (Bilinçli Farkındalık) ve “Öz-Şefkat” konularına odaklandı. “Kabul ve Kararlılık Terapisi”, “Şefkat Odaklı Terapi” ve “Öz-Şefkatli Farkındalık” konularında pek çok uluslararası eğitime katıldı. 2017 yılında Türkiye’nin ilk “Öz-Şefkatli Farkındalık” (Mindful Self-Compassion) eğitmeni olmaya hak kazandı ve Bahçeşehir Üniversitesi’nde 8 haftalık “Öz-Şefkatli Farkındalık” eğitimini vermeye başladı.

Zeynep Selvili Çarmıklı artık iki kedisi, bir köpeği ve hayat arkadaşıyla birlikte İstanbul’da yaşıyor. Etik vejetaryenliği benimsemiş bir hayvansever olan Zeynep Selvili Çarmıklı’nın günlük hayat favorileri arasında insan hikâyelerini konu alan belgeseller, meditasyon, yalancı mantı soslu karabuğdaylı ıspanak ve yazı yazmak geliyor.

Zeynep Selvili Çarmıklı kendi kendisinin en iyi arkadaşı olmanın yollarını keşfetmeye devam ediyor.