Amerika'nın En Derin Yarasına Seyahat; Yeraltı Demiryolu özet
“Yeraltı Demiryolu” Colson Whitehead tarafından 2016 yılında yayınlanmış bir roman. Yayınlandığı yıl New York Times, Washington Post, Time, The Wall Street Journal, Amazon, Goodreads, National Public Radio, Oprah Book Club gibi yayın ve pazarlama mecralarında yılın kitapları listelerinin ön sıralarında yer aldı. Roman, 2016 yılında Amerikan Ulusal Kitap ödülünü aldıktan sonra, ödüller 2017 yılında Pulitzer ile Arthur C. Clarke ödülleri ile gelmeye devam etti.
Türkiye’de Siren Yayınevi tarafından 2017 yılı Ekim ayında basımı yapılan kitap, çıktığı günden itibaren kitapevlerinin raflarında, web satış sitelerinin sayfalarında en dikkat çekici noktalarda yer aldı. Ancak benim kasım ayında edindiğim kitap henüz birinci basımdı. Kitaba dair internette yeterince inceleme ve değerlendirme yazısı göremedim. Sadece K24’de Seçil Epik’in Colson Whitehead ile yaptığı röportaj, İdefix’de Ece Karaağaç’ın yine yazarla kısa bir röportajı, SabitFikir’de bir değerlendirme yazısı gözüme çarptı. Amatör blog yazarları arasında ise sadece bir yazı dikkatimi çekti.
Bu durum, Türkiye’de edebiyat okurluğunun kitaba değil yazara odaklı olduğunu gösteriyor. Okur, güvendiği okurun kitabına dair, herhangi bir değerlendirme okumadan gözü kapalı güvenirken, tanımadığı bir yazarın kitabı için, ödüllere boğulsa dahi mesafeli duruyor.
Colson Whitehead’in “Yeraltı Demiryolu”, Amerikan toplumu için klasik ve çok tekrarlanmış bir konuyu içeriyor olabilir. Kölelik mevzuu, sinema, dizi ve edebiyat dallarında fazlası ile işlenmiş bir konu. Ancak Amerikan toplumunda, özellikle siyahilerde yara o kadar taze ki, bu mevzuya her farklı ve özgün bakış ilgi çekmeye devam ediyor.
Aslında, konu sadece Amerika’ya özgü değil. 20. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar kölelik tüm dünyada yaygın bir durum ve köle pazarları Osmanlı topraklarında ve Anadolu’da dahi mevcut. Amerika’yı ön plana çıkaran üç nokta olduğunu düşünüyorum; İlki, Amerika’daki köleliğin, tarımsal endüstrinin en yüksek halinde sistematik bir ihtiyaca yani sadece efendi ile köle ilişkisinin dışında, toplumsal düzenin bir parçasına dönüşmesi. İkincisi Amerika’da köleliğin, dünyanın birçok noktasına göre erken bir vakitte, 1862’de kaldırılmış olmasına karşın, bir yüzyıl daha siyahilerin temel haklarından mahrum kalması. Üçüncü ve bence en önemli nokta ise, Amerikan toplumunun geçmişten kalan bu sorunla yüzleşmekten vazgeçmemesi, yarayı temizlemeden üstünü kapatmaya çalışmaması ve her hatırlama girişimini bir pansuman olarak değerlendirmesi.
“Yeraltı Demiryolu”nu Amerikan Edebiyatının bu pansuman işlevinin ürünlerinden birisi olarak görebiliriz. Gerçi Colson Whitehead verdiği röportajlarda, ABD’nin hala ırkçı olduğunu ve kendisinin ömrünün sonuna kadar da böyle olacağını düşündüğünü söylüyor. Yani ona göre yara hala açık ve kanamaya devam ediyor.
Romanın aldığı ödüllerden birisi olan Arthur C. Clarke ödülü fantastik ve bilim kurgu eserlere veriliyor. Bu roman için fantastik ve bilimkurgu diyemesek bile gerçeküstü kılan bir yönü var, 1800’li yıllarda Amerikalı zenci köleler arasında bir efsane olan “yeraltı demiryolu” ifadesini, gerçek bir tren yolu olarak kurgulaması. Oysa, o dönemlerde “yeraltı demiryolu” olarak isimlendirilen sadece, kölelerin çiftliklerinden ya da efendilerin hakimiyet alanlarından kaçarken kullandıkları tüneller.
“Yeraltı Demiryolu” kitabını, yazarının da beklemediği ölçüde popüler kılan şeyin, döneminin dilinde metafor olarak kullanılan bir kavramı gerçek anlamına dönüştürerek kullanması. Demiryolu istasyonlarının romanın en heyecan verici, merak uyandırıcı kısmı olduğuna şüphe yok.
Bazı kitapların özetleri, kitabın derinliğine gölge düşürür. Aynı şeyin bu roman için de geçerli olacağını düşünüyorum. Tek cümle ile kitap genç bir kızın köle olduğu çiftlikten kaçarak özgür olacağı coğrafyalara ulaşma çabasının hikâyesi. Ama bu cümleden sonra kitaba tekrar dönüp baktığımda, bu özetin kitaba anlatmak için asla yeterli olmayacağını görüyorum.
Kölelerin kendi içindeki hiyerarşiden, beyazlar içinde köleliğe dair farklı bakış açılarına, coğrafyalara göre fark eden fikir akımları ve davranış kalıplarından, insan öldürmede cinayetin nerede başladığına dair detaylarla bezenmiş bir kurgu ile karşı karşıyayız. ABD’nin güneyindeki Georgia eyaletinde başlayan hikâye Güney Carolina, Kuzey Caroline, Tennessee, Indiana eyaletine uzanıyor. Amerika’da kuzeye gidildikçe kölelik karşıtlığı dolayısı ile özgürlük artış gösteriyor. Ama baş karakter Cora’nın kaçış hikâyesi inişli çıkışlı bir grafik seyrediyor. Kitabın sonunda anlıyorsunuz ki, 1800’li yıllarda Cora’ya kurtuluş yok, o her defasında yakalanacak, her defasında yeniden kaçmaya çalışacak, her defasında ona başka vicdanlar yardım edecek ve o vicdanlar her seferinde vicdansızlığın bataklığında boğulacak.
Kitapla ilgili en dikkat çekici eleştirinin, Cora etrafında dönen, özellikle üçüncül karakterlerin çok çabuk değiştiği, yeterince betimlenmediği, karakterlerin çok silik olması. Açıkçası ben bu eleştiriye katılmadım. Bu akışkanlığı fark ettiğimde, Colson Whitehead’in dönemin panoramasını geniş tutmak için çok fazla karakteri sahneye aldığı ama romanı boğmamak için onları sahnede çok fazla tutmamaya gayret ettiği oldu. Oysa her bir karakterin hayatı, acısı, çilesi başlı başına bir roman olmayı hakediyor. Diğer bir eleştiri ise romanda zamanın ileri geri akışkanlığının fazla olması. Bunun bir kurgu tercihi olduğunu ve romanı derinliğini arttırdığını düşünüyorum. Whitehead romanı bir puzzle gibi kurgulamış. Parçaları tek bir yönde yan yana değil, farklı noktalarda farklı yönlere doğru yerleştirerek ilerlemeye başlamış. Bunun okuru yorduğunu kabul ederim. Ama edebiyat okurunun biraz da çalışkan ve uyanık olması gerektiğini düşünürüm. Whitehead’ın da çalışkan ve uyanık okuru hedeflemesinde bir yanlışlık yok bence.
Kitabın, Türkiye’de daha fazla okunmasını ve Türk edebiyatına, Ermeni, Kürt, Alevilik gibi tarihsel yaralara pansuman olma işlevini bulaştırmasını umuyorum.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 yorum:
Yorum Gönder