Bülbülü Öldürmek Konusu ve Özeti
Bülbülü Öldürmek
Siyahilerin her zaman haksız ve suçlu olduğu bir dönemde onlardan birinin hakkını savunan bir avukat ve buna tepki gösteren kasaba halkı ile bu yanlışı kendi pencerelerinden gören ve anlatan çocukların romanıdır.
Yazar: Harper Lee
Çevirmen: Ülker İnce
Yayınevi: Sel Yayıncılık
ISBN: 9789755706849
Sayfa: 355 sayfa
Basım Tarihi: 2013
Bülbülü Öldürmek Romanı Hakkında Genel Bilgi
Kitap 1926 ABD doğumlu yazarın uzun süre ilk romanı olarak kalmıştır. 1960 yılında yayınlandığında çok ses getirmiş ve döneminin de özelliğinden dolayı çok eleştiri de almıştır. O zamanlarda ırkçılık oldukça yaygındır. Harper Lee’nin de kitabında ırkçılığı yerip özgürlüğü ve eşitliği savunması o zamana göre büyük cesaret gösterisi olmuştur. Bu çok ses getiren roman 1961 yılında Pulitzer Ödülü de dahil olmak üzere bir çok ödül almıştır ve 1962 yılında Bülbülü Öldürmek ismiyle beyaz perdeye aktarılmış ve Oscar’a layık görülmüştür.
Harper Lee 50 yıl sonra Bülbülü Öldürmek romanının devamı niteliğinde 2. Romanını Tespih Ağacının Gölgesinde ismiyle yayınlamıştır. Kitap, avukat babanın Scout adlı kızının 20 yıl sonraki halini, eşitliği, özgürlüğü ve bu gibi erdemleri savunmasını ve babasının ona öğrettiği değerleri devam ettirmesini konu alır.
Ayrıca Harper Lee Truman Capote’nin çocukluk arkadaşıdır. Soğukkanlılıkla romanının sinema uyarlaması olan 2005 yılı yapımı Gerçeğin Peşinde filminde Harper Lee’yi Sandra Bullock canlandırmıştır. 2006 yılında da Truman Capote’nin biyografisi olarak çekilen Capote filminde de Harper Lee’yi Catherine Keener canlandırmıştır.
Bülbülü Öldürmek Romanının Konusu
Kitap, avukat bir baba, yüksek insani erdemlerle yetiştirilen çocukları, iftiraya uğrayan bir zenci ve iftira atan insan çevresinde gelişir. Konular çocuk gözüyle anlatılır. Tecavüz iftirasıyla suçlanan zenci bir adamın avukatlığını üstlenen Atticus ve ona tepki gösteren kasaba halkı ile zencinin suçsuz olduğuna inanan Atticus’un çocukları okuyucuya bir çok unutulan değeri hatırlatır.
Bülbülü Öldürmek Romanının Özeti
Atticus Finch idealist, özgürlükçü ve eşitlikçi bir avukattır. Çocukları Scout ve Jem’i de bu şekilde yetiştirmektedir. Çocuklar okul dışında diğer normal çocuklar gibi dışarıda oynarlar. Çocukların korktukları bir ev vardır ve o evin sahibi hiç dışarı çıkmayan Boo Radley’dir. Bir gün Scout ve Jem arkadaşlarıyla bu eve girme cesareti gösterirler ama bir patlama sesiyle kaçışırlar.
Babası da suçsuz, tecavüz suçuyla iftira atılmış bir zencinin avukatlığını üstlenir. Bütün kasaba halkı tepki gösterir. Bazılarının da düşmanlığını kazanır Atticus. Fakat o bunları önemsemez. İdeallerinden vazgeçmez.
Yardımcıları olan Calpurnia çocukları bir zenci kilisesine götürür. Çocuklar burada zencilerin hiç de söylendiği kadar kötü olmadıklarını, kendileri gibi insanlar olduklarını görür. Baba da bu durumdan son derece hoşnut olur.
Bir gece çocuklar evlerine dönerken saldırıya uğrarlar. Saldırıyı gerçekleştirenin sonradan zenciye de iftira atan adamdır. Bu adam önce avukat Atticus’a sonra da çocuklarına saldırmıştır. Çocukları bu saldırıdan da çok korktukları evden dışarı hiç çıkmayan Boo Radley kurtarmıştır.
Avukatın bütün savunmasına, suçu destekleyen hiçbir kanıt olmamasına rağmen sadece zenci olduğu için adam suçlu bulunmuştur ve cezası idamdır. Fakat zenci hapishaneden kaçmaya çalışırken muhafızlar tarafından vurulur ve ölür. Bu adamın suçsuzluğuna çocuklar da inanmaktadır ve bu ölüm ve infaz onları çok üzer. Fakat kasaba halkını memnun eder.
Kitap ırkçılığı yerip, yanlışlığını gözler önüne serip eşitliği savunması açısından zamanının en dikkat çeken ve eleştiri alan yapıtı olmuştur.
Bülbülü Öldürmek kitabı Mutlaka Okunması Gereken Kitaplar listesinde yer almaktadır.
19 Ocak 2018 Cuma
YERALTI DEMİRYOLU ÖZET
Amerika'nın En Derin Yarasına Seyahat; Yeraltı Demiryolu özet
“Yeraltı Demiryolu” Colson Whitehead tarafından 2016 yılında yayınlanmış bir roman. Yayınlandığı yıl New York Times, Washington Post, Time, The Wall Street Journal, Amazon, Goodreads, National Public Radio, Oprah Book Club gibi yayın ve pazarlama mecralarında yılın kitapları listelerinin ön sıralarında yer aldı. Roman, 2016 yılında Amerikan Ulusal Kitap ödülünü aldıktan sonra, ödüller 2017 yılında Pulitzer ile Arthur C. Clarke ödülleri ile gelmeye devam etti.
Türkiye’de Siren Yayınevi tarafından 2017 yılı Ekim ayında basımı yapılan kitap, çıktığı günden itibaren kitapevlerinin raflarında, web satış sitelerinin sayfalarında en dikkat çekici noktalarda yer aldı. Ancak benim kasım ayında edindiğim kitap henüz birinci basımdı. Kitaba dair internette yeterince inceleme ve değerlendirme yazısı göremedim. Sadece K24’de Seçil Epik’in Colson Whitehead ile yaptığı röportaj, İdefix’de Ece Karaağaç’ın yine yazarla kısa bir röportajı, SabitFikir’de bir değerlendirme yazısı gözüme çarptı. Amatör blog yazarları arasında ise sadece bir yazı dikkatimi çekti.
Bu durum, Türkiye’de edebiyat okurluğunun kitaba değil yazara odaklı olduğunu gösteriyor. Okur, güvendiği okurun kitabına dair, herhangi bir değerlendirme okumadan gözü kapalı güvenirken, tanımadığı bir yazarın kitabı için, ödüllere boğulsa dahi mesafeli duruyor.
Colson Whitehead’in “Yeraltı Demiryolu”, Amerikan toplumu için klasik ve çok tekrarlanmış bir konuyu içeriyor olabilir. Kölelik mevzuu, sinema, dizi ve edebiyat dallarında fazlası ile işlenmiş bir konu. Ancak Amerikan toplumunda, özellikle siyahilerde yara o kadar taze ki, bu mevzuya her farklı ve özgün bakış ilgi çekmeye devam ediyor.
Aslında, konu sadece Amerika’ya özgü değil. 20. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar kölelik tüm dünyada yaygın bir durum ve köle pazarları Osmanlı topraklarında ve Anadolu’da dahi mevcut. Amerika’yı ön plana çıkaran üç nokta olduğunu düşünüyorum; İlki, Amerika’daki köleliğin, tarımsal endüstrinin en yüksek halinde sistematik bir ihtiyaca yani sadece efendi ile köle ilişkisinin dışında, toplumsal düzenin bir parçasına dönüşmesi. İkincisi Amerika’da köleliğin, dünyanın birçok noktasına göre erken bir vakitte, 1862’de kaldırılmış olmasına karşın, bir yüzyıl daha siyahilerin temel haklarından mahrum kalması. Üçüncü ve bence en önemli nokta ise, Amerikan toplumunun geçmişten kalan bu sorunla yüzleşmekten vazgeçmemesi, yarayı temizlemeden üstünü kapatmaya çalışmaması ve her hatırlama girişimini bir pansuman olarak değerlendirmesi.
“Yeraltı Demiryolu”nu Amerikan Edebiyatının bu pansuman işlevinin ürünlerinden birisi olarak görebiliriz. Gerçi Colson Whitehead verdiği röportajlarda, ABD’nin hala ırkçı olduğunu ve kendisinin ömrünün sonuna kadar da böyle olacağını düşündüğünü söylüyor. Yani ona göre yara hala açık ve kanamaya devam ediyor.
Romanın aldığı ödüllerden birisi olan Arthur C. Clarke ödülü fantastik ve bilim kurgu eserlere veriliyor. Bu roman için fantastik ve bilimkurgu diyemesek bile gerçeküstü kılan bir yönü var, 1800’li yıllarda Amerikalı zenci köleler arasında bir efsane olan “yeraltı demiryolu” ifadesini, gerçek bir tren yolu olarak kurgulaması. Oysa, o dönemlerde “yeraltı demiryolu” olarak isimlendirilen sadece, kölelerin çiftliklerinden ya da efendilerin hakimiyet alanlarından kaçarken kullandıkları tüneller.
“Yeraltı Demiryolu” kitabını, yazarının da beklemediği ölçüde popüler kılan şeyin, döneminin dilinde metafor olarak kullanılan bir kavramı gerçek anlamına dönüştürerek kullanması. Demiryolu istasyonlarının romanın en heyecan verici, merak uyandırıcı kısmı olduğuna şüphe yok.
Bazı kitapların özetleri, kitabın derinliğine gölge düşürür. Aynı şeyin bu roman için de geçerli olacağını düşünüyorum. Tek cümle ile kitap genç bir kızın köle olduğu çiftlikten kaçarak özgür olacağı coğrafyalara ulaşma çabasının hikâyesi. Ama bu cümleden sonra kitaba tekrar dönüp baktığımda, bu özetin kitaba anlatmak için asla yeterli olmayacağını görüyorum.
Kölelerin kendi içindeki hiyerarşiden, beyazlar içinde köleliğe dair farklı bakış açılarına, coğrafyalara göre fark eden fikir akımları ve davranış kalıplarından, insan öldürmede cinayetin nerede başladığına dair detaylarla bezenmiş bir kurgu ile karşı karşıyayız. ABD’nin güneyindeki Georgia eyaletinde başlayan hikâye Güney Carolina, Kuzey Caroline, Tennessee, Indiana eyaletine uzanıyor. Amerika’da kuzeye gidildikçe kölelik karşıtlığı dolayısı ile özgürlük artış gösteriyor. Ama baş karakter Cora’nın kaçış hikâyesi inişli çıkışlı bir grafik seyrediyor. Kitabın sonunda anlıyorsunuz ki, 1800’li yıllarda Cora’ya kurtuluş yok, o her defasında yakalanacak, her defasında yeniden kaçmaya çalışacak, her defasında ona başka vicdanlar yardım edecek ve o vicdanlar her seferinde vicdansızlığın bataklığında boğulacak.
Kitapla ilgili en dikkat çekici eleştirinin, Cora etrafında dönen, özellikle üçüncül karakterlerin çok çabuk değiştiği, yeterince betimlenmediği, karakterlerin çok silik olması. Açıkçası ben bu eleştiriye katılmadım. Bu akışkanlığı fark ettiğimde, Colson Whitehead’in dönemin panoramasını geniş tutmak için çok fazla karakteri sahneye aldığı ama romanı boğmamak için onları sahnede çok fazla tutmamaya gayret ettiği oldu. Oysa her bir karakterin hayatı, acısı, çilesi başlı başına bir roman olmayı hakediyor. Diğer bir eleştiri ise romanda zamanın ileri geri akışkanlığının fazla olması. Bunun bir kurgu tercihi olduğunu ve romanı derinliğini arttırdığını düşünüyorum. Whitehead romanı bir puzzle gibi kurgulamış. Parçaları tek bir yönde yan yana değil, farklı noktalarda farklı yönlere doğru yerleştirerek ilerlemeye başlamış. Bunun okuru yorduğunu kabul ederim. Ama edebiyat okurunun biraz da çalışkan ve uyanık olması gerektiğini düşünürüm. Whitehead’ın da çalışkan ve uyanık okuru hedeflemesinde bir yanlışlık yok bence.
Kitabın, Türkiye’de daha fazla okunmasını ve Türk edebiyatına, Ermeni, Kürt, Alevilik gibi tarihsel yaralara pansuman olma işlevini bulaştırmasını umuyorum.
“Yeraltı Demiryolu” Colson Whitehead tarafından 2016 yılında yayınlanmış bir roman. Yayınlandığı yıl New York Times, Washington Post, Time, The Wall Street Journal, Amazon, Goodreads, National Public Radio, Oprah Book Club gibi yayın ve pazarlama mecralarında yılın kitapları listelerinin ön sıralarında yer aldı. Roman, 2016 yılında Amerikan Ulusal Kitap ödülünü aldıktan sonra, ödüller 2017 yılında Pulitzer ile Arthur C. Clarke ödülleri ile gelmeye devam etti.
Türkiye’de Siren Yayınevi tarafından 2017 yılı Ekim ayında basımı yapılan kitap, çıktığı günden itibaren kitapevlerinin raflarında, web satış sitelerinin sayfalarında en dikkat çekici noktalarda yer aldı. Ancak benim kasım ayında edindiğim kitap henüz birinci basımdı. Kitaba dair internette yeterince inceleme ve değerlendirme yazısı göremedim. Sadece K24’de Seçil Epik’in Colson Whitehead ile yaptığı röportaj, İdefix’de Ece Karaağaç’ın yine yazarla kısa bir röportajı, SabitFikir’de bir değerlendirme yazısı gözüme çarptı. Amatör blog yazarları arasında ise sadece bir yazı dikkatimi çekti.
Bu durum, Türkiye’de edebiyat okurluğunun kitaba değil yazara odaklı olduğunu gösteriyor. Okur, güvendiği okurun kitabına dair, herhangi bir değerlendirme okumadan gözü kapalı güvenirken, tanımadığı bir yazarın kitabı için, ödüllere boğulsa dahi mesafeli duruyor.
Colson Whitehead’in “Yeraltı Demiryolu”, Amerikan toplumu için klasik ve çok tekrarlanmış bir konuyu içeriyor olabilir. Kölelik mevzuu, sinema, dizi ve edebiyat dallarında fazlası ile işlenmiş bir konu. Ancak Amerikan toplumunda, özellikle siyahilerde yara o kadar taze ki, bu mevzuya her farklı ve özgün bakış ilgi çekmeye devam ediyor.
Aslında, konu sadece Amerika’ya özgü değil. 20. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar kölelik tüm dünyada yaygın bir durum ve köle pazarları Osmanlı topraklarında ve Anadolu’da dahi mevcut. Amerika’yı ön plana çıkaran üç nokta olduğunu düşünüyorum; İlki, Amerika’daki köleliğin, tarımsal endüstrinin en yüksek halinde sistematik bir ihtiyaca yani sadece efendi ile köle ilişkisinin dışında, toplumsal düzenin bir parçasına dönüşmesi. İkincisi Amerika’da köleliğin, dünyanın birçok noktasına göre erken bir vakitte, 1862’de kaldırılmış olmasına karşın, bir yüzyıl daha siyahilerin temel haklarından mahrum kalması. Üçüncü ve bence en önemli nokta ise, Amerikan toplumunun geçmişten kalan bu sorunla yüzleşmekten vazgeçmemesi, yarayı temizlemeden üstünü kapatmaya çalışmaması ve her hatırlama girişimini bir pansuman olarak değerlendirmesi.
“Yeraltı Demiryolu”nu Amerikan Edebiyatının bu pansuman işlevinin ürünlerinden birisi olarak görebiliriz. Gerçi Colson Whitehead verdiği röportajlarda, ABD’nin hala ırkçı olduğunu ve kendisinin ömrünün sonuna kadar da böyle olacağını düşündüğünü söylüyor. Yani ona göre yara hala açık ve kanamaya devam ediyor.
Romanın aldığı ödüllerden birisi olan Arthur C. Clarke ödülü fantastik ve bilim kurgu eserlere veriliyor. Bu roman için fantastik ve bilimkurgu diyemesek bile gerçeküstü kılan bir yönü var, 1800’li yıllarda Amerikalı zenci köleler arasında bir efsane olan “yeraltı demiryolu” ifadesini, gerçek bir tren yolu olarak kurgulaması. Oysa, o dönemlerde “yeraltı demiryolu” olarak isimlendirilen sadece, kölelerin çiftliklerinden ya da efendilerin hakimiyet alanlarından kaçarken kullandıkları tüneller.
“Yeraltı Demiryolu” kitabını, yazarının da beklemediği ölçüde popüler kılan şeyin, döneminin dilinde metafor olarak kullanılan bir kavramı gerçek anlamına dönüştürerek kullanması. Demiryolu istasyonlarının romanın en heyecan verici, merak uyandırıcı kısmı olduğuna şüphe yok.
Bazı kitapların özetleri, kitabın derinliğine gölge düşürür. Aynı şeyin bu roman için de geçerli olacağını düşünüyorum. Tek cümle ile kitap genç bir kızın köle olduğu çiftlikten kaçarak özgür olacağı coğrafyalara ulaşma çabasının hikâyesi. Ama bu cümleden sonra kitaba tekrar dönüp baktığımda, bu özetin kitaba anlatmak için asla yeterli olmayacağını görüyorum.
Kölelerin kendi içindeki hiyerarşiden, beyazlar içinde köleliğe dair farklı bakış açılarına, coğrafyalara göre fark eden fikir akımları ve davranış kalıplarından, insan öldürmede cinayetin nerede başladığına dair detaylarla bezenmiş bir kurgu ile karşı karşıyayız. ABD’nin güneyindeki Georgia eyaletinde başlayan hikâye Güney Carolina, Kuzey Caroline, Tennessee, Indiana eyaletine uzanıyor. Amerika’da kuzeye gidildikçe kölelik karşıtlığı dolayısı ile özgürlük artış gösteriyor. Ama baş karakter Cora’nın kaçış hikâyesi inişli çıkışlı bir grafik seyrediyor. Kitabın sonunda anlıyorsunuz ki, 1800’li yıllarda Cora’ya kurtuluş yok, o her defasında yakalanacak, her defasında yeniden kaçmaya çalışacak, her defasında ona başka vicdanlar yardım edecek ve o vicdanlar her seferinde vicdansızlığın bataklığında boğulacak.
Kitapla ilgili en dikkat çekici eleştirinin, Cora etrafında dönen, özellikle üçüncül karakterlerin çok çabuk değiştiği, yeterince betimlenmediği, karakterlerin çok silik olması. Açıkçası ben bu eleştiriye katılmadım. Bu akışkanlığı fark ettiğimde, Colson Whitehead’in dönemin panoramasını geniş tutmak için çok fazla karakteri sahneye aldığı ama romanı boğmamak için onları sahnede çok fazla tutmamaya gayret ettiği oldu. Oysa her bir karakterin hayatı, acısı, çilesi başlı başına bir roman olmayı hakediyor. Diğer bir eleştiri ise romanda zamanın ileri geri akışkanlığının fazla olması. Bunun bir kurgu tercihi olduğunu ve romanı derinliğini arttırdığını düşünüyorum. Whitehead romanı bir puzzle gibi kurgulamış. Parçaları tek bir yönde yan yana değil, farklı noktalarda farklı yönlere doğru yerleştirerek ilerlemeye başlamış. Bunun okuru yorduğunu kabul ederim. Ama edebiyat okurunun biraz da çalışkan ve uyanık olması gerektiğini düşünürüm. Whitehead’ın da çalışkan ve uyanık okuru hedeflemesinde bir yanlışlık yok bence.
Kitabın, Türkiye’de daha fazla okunmasını ve Türk edebiyatına, Ermeni, Kürt, Alevilik gibi tarihsel yaralara pansuman olma işlevini bulaştırmasını umuyorum.
BİLİNMEYEN BİR KADININ MEKTUBU ÖZET
Kitap Türü: Yabancı Romanlar
Orjinal Adı: Brief einer Unbekannten
Çeviren: Ahmet Cemal
Arka Kapak Bilgisi
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu Özeti
Stefan Zweig Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, tanınmış bir yazar olan R’nin Viyana’ya dönmesiyle başlıyor. R, gezi sonrası eline geçen bir mektubun üzerinde yazan “Beni hiç tanımamış olan sana” hitabı ile başlayan mektubu ilginç bulup okumaya başlıyor ve bu noktadan itibaren hayatına başka bir pencereden bakacağı bir yolculuğa başlıyor.
Roman bir kadının elinden yazılan çocuğunun ölümü ile başlayıp kendi ölümü ile sonlanan bir kesit arasına sığdırılmış kadının hayatını anlatıyor. Kadın ilk gördüğü andan itibaren platonik bir biçimde adama aşık oluyor ve ondan ömrünün sonuna kadar vazgeçmiyor. Hiçbir sevgi göstermemesine karşın sadece bir iki kere adamla olmasını kendine lütuf sayarak yaşamaya devam ediyor. Ta ki çocuğu hayata gözlerini yumana kadar. Kadın, R’den ona kalan en değerli hazineyi kaybedince bu mektubu yazmaya karar veriyor. Lakin kadın ölmemesi durumunda mektubu adama vermeme ve sonsuza dek susma kararı alıyor. Şimdiye kadar yaptığı gibi.
Aslında kadın adamın hayatının her daim içinde olmasına rağmen adam kadını asla hatırlayamıyor. Mektup bittiğinde ve her şey gün yüzüne çıktığında bile kadın, adam için daima bir hayalet. Kadının zorlu bir yaşamı oluyor. Kadının hayatına R ilk dahil olduğu zaman 13 yaşında daha küçücük bir çocuktu ve küçük yaşta babasını kaybeden annesi ile birlikte yoksul bir hayat sürüyordu. Daha onu görmeden onun yaşam şeklinden etkilenmiş ve onu kafasında daha çok coğrafya hocasına benzetmişti. Onu ilk gördüğünde ona vurulmuş ve onu gözlemeye başlıyor. Hayatı boyunca görünmez olan kadın, annesi başkasıyla evlenip başka bir yere taşınmak zorunda kalınca hayatının ışık almayan bir mağaraya hapsolmuş gibi yaşıyor ve adama gidiyor. Kapıyı kendini zorlayarak çalıyor ve kimse açmayınca eve geçip bekliyor. Saatlerce hayatını ve hayallerini süsleyen adamı bekliyor ve adam bir kadınla eve dönünce her şey, tüm hayalleri yıkılıyor. Onu evden zorla alıp Innsbruck’e götürdüklerinde ayak direyecek gücü kalmamış oluyor. Herkesten, her şeyden uzak yaşıyor. Kendi matemini yaşamaya başlıyor.
Viyana’ya döndüğünde bir şekilde adamla karşılaşıyor ve adam tüm çapkınlığıyla kadını ikna edip (!) yemeğe çıkarıyor. Üç gece birlikte olmalarından sonra R seyahate çıkıyor ve kadına ona ulaşacağını söylüyor. Adam asla kadına ulaşmıyor ve geçmişteki bir anıya dönüşüyor kadın onun için.
Kadın hamile kalıyor ve çocuğunu, hayatını adadığı adamdan geriye kalan tek şeyi, doğuruyor. Onu yoksul büyütmemek için kendini onun deyimiyle satıyor. Birkaç kez evlenme teklifi alsa da kendini daima ona sunmaya hazır olabilmek için evlenmiyor. Ve bir gece yine karşılaşıyorlar. Adam, kadını hatırlamıyor. Her yıl adam doğum gününde adama çiçekler yolluyor fakat adam kimin yolladığını merak dahi etmeden yaşıyor. Ve kadın, R’nin hayatında sadece yüzü silik bir hayalet olarak intihar ediyor.
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu romanı hakkında değerlendirmeme gelecek olursak. Kitap baştan sona iki bilinmeyen insanın kadının gözünden hayatını anlatıyor. Zweig, hayatta olduğu süre zarfında Freud’u yoldaşı olarak görüyor ve psikanaliz yöntemini taktir ediyor. Bundan olacak ki “Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu” adlı kitabı genel olarak bir ruh hali ve insan psikolojisini anlatıyor. Kadının duygusal çöküntülerini, hayatının iniş çıkışlarını ve ruh halindeki sürekli değişimi yansıtıyor. Adam gözünde yalnızca hayalet olan kadının, adama duyduğu koşulsuz aşkı konu alan kitap aslında psikolojiye dayanıyor.
Bence kitap eğer psikoloji sever bir insansanız ve gizemi kitabın başından sonuna kadar severseniz okunabilecek bir kitap. Şayet bilinmeyen sizi bir süre sonra rahatsız ederse yine de sonuna gelmenizi tavsiye edebilirim. Kısa ve hemen biten bir kitap. Kahveniz veya çayınız eşliğinde eğer iyi bir okuyucu iseniz bir iki saat içinde bitirebileceğiniz tadımlık bir kitap.
Kitabın olay örgüsünü belki daha önceden yazarın kitaplarını okuduğum ve ona aşina olduğum için veya kısa olduğu için tahmin edilebilir buldum. Sanki kitap biraz daha devam etse olaylar saçma bir hale gelebilir ve kadının tavrı aşırıya kaçabilecek gibi olduğu için hızlı bir kararla kesilmiş gibi. Lakin eğer kitabın sonunda R, kadını tanımış olsaydı işte o zaman büyük bir sürpriz bizi karşılardı gibime geliyor. Kitabın tek bir karakter gözünden mektup halinde yazılmış olması beni cezbetti.
Ben bu kitaba yaklaşık bir-bir buçuk saat ayırdım ve bu zamanı bu kitapla değerlendirdiğim için mutlu oldum. Okunabilir olduğunu ve herkesin kitaplığında olması gerektiğini düşündüğüm bir kitap.
Yazar: Sena AKSOY
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu Konusu
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu kitabını elinize aldığınızda sizi tanınmış roman yazarı R. İle tanıştırıyor. R. Belli bir süre gezi ardından evine geliyor ve gazetede ki tarih ile doğum günü olduğunu fark ediyor. Uşağı ise o yokken kimlerin geldiğini, kimlerin telefon ettiğini ve bir tepsi ile biriken mektupları bırakıyor. Sayın R. ise mektupları incelemeye başladığında ise bir zarf çok dikkatini çekmişti. Çok fazla kâğıtların olduğu ve sanki acele ile yazılmış olduğunu düşündü. Gönderen veya kişinin adı olmayışı ise daha çok ilginç bir hal almaya başlamıştı. R. mektubu eline alınca hitap sayfası dikkatini çekmişti. “Sana beni asla tanımamış olan sana” hitap cümlesi ile okumaya başladı.
Çocuğu ölen bir annenin mektubu idi. Hislerini mektuba yazarken kendini çok zorlamış ve anlatmak zorunda olduğu için biriken cümleleri hızlı bir şekilde kâğıda dökmeye çalışmıştır. Mektup yazarımızın eline geçtiği anda kendisinin artık olmayacağını anlatan ve oğlunun ölümü ile çok sarsılan bir annenin haykırışlarından ibaretti. Yalnızca R. ile konuşmak istediğini söylüyordu ve anısal boyutlara doğru götürüyordu R.’yi ilk tanıdığı ana götürüyor onu. Karşı komşusu olduğu ana. Oraya taşındığı andan itibaren on üç yaşında ki bir kızı etkilediğinin farkında bile olmayışını anlatmaya başlıyor. Taşınan eşyalara bakarken hayalinden farklı bir genç yazar ile karşılaşıyor oluşu da onun etkilenmesi içinde farklı bir sebep oluşturmuştu. Annesi ise dul bir hanım olan kızının geleceği için bir adam ile evleniyor ve taşınmak zorunda olduklarında bahsetmeye başlıyor. Kitapları çok seven bir çocuk olduğu için onun ilk olarak zekâsından etkilenmesi onu düşünmesini sağlıyordu. On üç yaşında iken yirmi beş yaşındaki gence olan aşkının büyüklüğü ile yanarken tenine, kalbine hatta başka birinin ona bakmasına fırsat bile vermeyen bir aşk öyküsünü kaleme almıştır. Hepsi tek taraflı olan bu sayfaların ilerleyen cümlelerin de ise on üç yaşında ama on sekiz yaşına gelince taşındığı yere geri dönerek, iş bularak özlemini gidermeye çalıştığını anlatıyor. Her karşılaştığında R.’nin kıza bakışları daha farklı boyutlara ulaşırken gelip yanına konuşması ile âdete kalp krizi geçirebileceği anları anlatıyor. O gün beraber yedikleri yemek evde bitmesi zaten kızın hayalini kurduğu bir durumdu. Çıktığı merdivenleri nasıl beklediğini hayal eden o kız çocuğunu hatırladı bir anda. R.’nin onu tanımadığı için daha sakin davranmalıydı. Bakire olduğunu söylememişti. Onun içindi hazır olduğunu kitabı okumaya başladığınız andan itibaren size kenetlenecektir. Beraber üç gece daha geçirdiler. Bir anda mektup çarpıcı gerçekler arasında süzülmeye başlıyor ve ölen çocuğunun o üç geceden birinde olduğundan bahsediyor. Doğum da çok kötü bir hastanede doğum yapmıştı. R.’ye bunu bahsetmemesinin temel sebebi ise onun çocuğu olduğuna inanmaması onu çok üzeceğini düşündüğü için asla söylemedi. Şimdi ise öldüğü için acısını boşaltmaya çalışıyordu. Çocuğuna iyi bir hayat sunmuştu. Bunu nasıl yaptın sorusuna da “KENDİMİ SATTIM.” Cümlesini ekleyerek devam ediyor. Ama sadece onu seven erkekler ile birlikte olduğundan bahsediyor. Buradaki “satmak” eylemi fahişelik manasında olan bir olay değildir. Hatta birlikte olduğu erkekler evlenme teklifi ediyorlardı. Ama o bu teklifleri kibarca reddediyordu.
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu kitabı içerisinde R. ile birçok karşılaşması vardı ve bu karşılaşmaların hiçbirinde bakir topraklarına girdiği o genç kızı hatırlamıyordu. Ama her karşılaşma sonrası onu çok sevdiği için onun teklifini kabul ederek birlikte oluyorlardı. R.’nin mektup karşında aldığı ifade ile şaşıran ve hala hatırlamayan bir adamdan ibaretti.
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu kitabı sizi bambaşka bir aşk dünyasına kapısını açarak sizi içerisinde ki yangına çekmeyi başarıyor. Dil sadeliği ile imgelerin kelimeler ile bütünlüğü sizi eşsiz sularda yüzmeye davet ediyor.
Orjinal Adı: Brief einer Unbekannten
Çeviren: Ahmet Cemal
Arka Kapak Bilgisi
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu Özeti
Stefan Zweig Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, tanınmış bir yazar olan R’nin Viyana’ya dönmesiyle başlıyor. R, gezi sonrası eline geçen bir mektubun üzerinde yazan “Beni hiç tanımamış olan sana” hitabı ile başlayan mektubu ilginç bulup okumaya başlıyor ve bu noktadan itibaren hayatına başka bir pencereden bakacağı bir yolculuğa başlıyor.
Roman bir kadının elinden yazılan çocuğunun ölümü ile başlayıp kendi ölümü ile sonlanan bir kesit arasına sığdırılmış kadının hayatını anlatıyor. Kadın ilk gördüğü andan itibaren platonik bir biçimde adama aşık oluyor ve ondan ömrünün sonuna kadar vazgeçmiyor. Hiçbir sevgi göstermemesine karşın sadece bir iki kere adamla olmasını kendine lütuf sayarak yaşamaya devam ediyor. Ta ki çocuğu hayata gözlerini yumana kadar. Kadın, R’den ona kalan en değerli hazineyi kaybedince bu mektubu yazmaya karar veriyor. Lakin kadın ölmemesi durumunda mektubu adama vermeme ve sonsuza dek susma kararı alıyor. Şimdiye kadar yaptığı gibi.
Aslında kadın adamın hayatının her daim içinde olmasına rağmen adam kadını asla hatırlayamıyor. Mektup bittiğinde ve her şey gün yüzüne çıktığında bile kadın, adam için daima bir hayalet. Kadının zorlu bir yaşamı oluyor. Kadının hayatına R ilk dahil olduğu zaman 13 yaşında daha küçücük bir çocuktu ve küçük yaşta babasını kaybeden annesi ile birlikte yoksul bir hayat sürüyordu. Daha onu görmeden onun yaşam şeklinden etkilenmiş ve onu kafasında daha çok coğrafya hocasına benzetmişti. Onu ilk gördüğünde ona vurulmuş ve onu gözlemeye başlıyor. Hayatı boyunca görünmez olan kadın, annesi başkasıyla evlenip başka bir yere taşınmak zorunda kalınca hayatının ışık almayan bir mağaraya hapsolmuş gibi yaşıyor ve adama gidiyor. Kapıyı kendini zorlayarak çalıyor ve kimse açmayınca eve geçip bekliyor. Saatlerce hayatını ve hayallerini süsleyen adamı bekliyor ve adam bir kadınla eve dönünce her şey, tüm hayalleri yıkılıyor. Onu evden zorla alıp Innsbruck’e götürdüklerinde ayak direyecek gücü kalmamış oluyor. Herkesten, her şeyden uzak yaşıyor. Kendi matemini yaşamaya başlıyor.
Viyana’ya döndüğünde bir şekilde adamla karşılaşıyor ve adam tüm çapkınlığıyla kadını ikna edip (!) yemeğe çıkarıyor. Üç gece birlikte olmalarından sonra R seyahate çıkıyor ve kadına ona ulaşacağını söylüyor. Adam asla kadına ulaşmıyor ve geçmişteki bir anıya dönüşüyor kadın onun için.
Kadın hamile kalıyor ve çocuğunu, hayatını adadığı adamdan geriye kalan tek şeyi, doğuruyor. Onu yoksul büyütmemek için kendini onun deyimiyle satıyor. Birkaç kez evlenme teklifi alsa da kendini daima ona sunmaya hazır olabilmek için evlenmiyor. Ve bir gece yine karşılaşıyorlar. Adam, kadını hatırlamıyor. Her yıl adam doğum gününde adama çiçekler yolluyor fakat adam kimin yolladığını merak dahi etmeden yaşıyor. Ve kadın, R’nin hayatında sadece yüzü silik bir hayalet olarak intihar ediyor.
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu romanı hakkında değerlendirmeme gelecek olursak. Kitap baştan sona iki bilinmeyen insanın kadının gözünden hayatını anlatıyor. Zweig, hayatta olduğu süre zarfında Freud’u yoldaşı olarak görüyor ve psikanaliz yöntemini taktir ediyor. Bundan olacak ki “Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu” adlı kitabı genel olarak bir ruh hali ve insan psikolojisini anlatıyor. Kadının duygusal çöküntülerini, hayatının iniş çıkışlarını ve ruh halindeki sürekli değişimi yansıtıyor. Adam gözünde yalnızca hayalet olan kadının, adama duyduğu koşulsuz aşkı konu alan kitap aslında psikolojiye dayanıyor.
Bence kitap eğer psikoloji sever bir insansanız ve gizemi kitabın başından sonuna kadar severseniz okunabilecek bir kitap. Şayet bilinmeyen sizi bir süre sonra rahatsız ederse yine de sonuna gelmenizi tavsiye edebilirim. Kısa ve hemen biten bir kitap. Kahveniz veya çayınız eşliğinde eğer iyi bir okuyucu iseniz bir iki saat içinde bitirebileceğiniz tadımlık bir kitap.
Kitabın olay örgüsünü belki daha önceden yazarın kitaplarını okuduğum ve ona aşina olduğum için veya kısa olduğu için tahmin edilebilir buldum. Sanki kitap biraz daha devam etse olaylar saçma bir hale gelebilir ve kadının tavrı aşırıya kaçabilecek gibi olduğu için hızlı bir kararla kesilmiş gibi. Lakin eğer kitabın sonunda R, kadını tanımış olsaydı işte o zaman büyük bir sürpriz bizi karşılardı gibime geliyor. Kitabın tek bir karakter gözünden mektup halinde yazılmış olması beni cezbetti.
Ben bu kitaba yaklaşık bir-bir buçuk saat ayırdım ve bu zamanı bu kitapla değerlendirdiğim için mutlu oldum. Okunabilir olduğunu ve herkesin kitaplığında olması gerektiğini düşündüğüm bir kitap.
Yazar: Sena AKSOY
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu Konusu
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu kitabını elinize aldığınızda sizi tanınmış roman yazarı R. İle tanıştırıyor. R. Belli bir süre gezi ardından evine geliyor ve gazetede ki tarih ile doğum günü olduğunu fark ediyor. Uşağı ise o yokken kimlerin geldiğini, kimlerin telefon ettiğini ve bir tepsi ile biriken mektupları bırakıyor. Sayın R. ise mektupları incelemeye başladığında ise bir zarf çok dikkatini çekmişti. Çok fazla kâğıtların olduğu ve sanki acele ile yazılmış olduğunu düşündü. Gönderen veya kişinin adı olmayışı ise daha çok ilginç bir hal almaya başlamıştı. R. mektubu eline alınca hitap sayfası dikkatini çekmişti. “Sana beni asla tanımamış olan sana” hitap cümlesi ile okumaya başladı.
Çocuğu ölen bir annenin mektubu idi. Hislerini mektuba yazarken kendini çok zorlamış ve anlatmak zorunda olduğu için biriken cümleleri hızlı bir şekilde kâğıda dökmeye çalışmıştır. Mektup yazarımızın eline geçtiği anda kendisinin artık olmayacağını anlatan ve oğlunun ölümü ile çok sarsılan bir annenin haykırışlarından ibaretti. Yalnızca R. ile konuşmak istediğini söylüyordu ve anısal boyutlara doğru götürüyordu R.’yi ilk tanıdığı ana götürüyor onu. Karşı komşusu olduğu ana. Oraya taşındığı andan itibaren on üç yaşında ki bir kızı etkilediğinin farkında bile olmayışını anlatmaya başlıyor. Taşınan eşyalara bakarken hayalinden farklı bir genç yazar ile karşılaşıyor oluşu da onun etkilenmesi içinde farklı bir sebep oluşturmuştu. Annesi ise dul bir hanım olan kızının geleceği için bir adam ile evleniyor ve taşınmak zorunda olduklarında bahsetmeye başlıyor. Kitapları çok seven bir çocuk olduğu için onun ilk olarak zekâsından etkilenmesi onu düşünmesini sağlıyordu. On üç yaşında iken yirmi beş yaşındaki gence olan aşkının büyüklüğü ile yanarken tenine, kalbine hatta başka birinin ona bakmasına fırsat bile vermeyen bir aşk öyküsünü kaleme almıştır. Hepsi tek taraflı olan bu sayfaların ilerleyen cümlelerin de ise on üç yaşında ama on sekiz yaşına gelince taşındığı yere geri dönerek, iş bularak özlemini gidermeye çalıştığını anlatıyor. Her karşılaştığında R.’nin kıza bakışları daha farklı boyutlara ulaşırken gelip yanına konuşması ile âdete kalp krizi geçirebileceği anları anlatıyor. O gün beraber yedikleri yemek evde bitmesi zaten kızın hayalini kurduğu bir durumdu. Çıktığı merdivenleri nasıl beklediğini hayal eden o kız çocuğunu hatırladı bir anda. R.’nin onu tanımadığı için daha sakin davranmalıydı. Bakire olduğunu söylememişti. Onun içindi hazır olduğunu kitabı okumaya başladığınız andan itibaren size kenetlenecektir. Beraber üç gece daha geçirdiler. Bir anda mektup çarpıcı gerçekler arasında süzülmeye başlıyor ve ölen çocuğunun o üç geceden birinde olduğundan bahsediyor. Doğum da çok kötü bir hastanede doğum yapmıştı. R.’ye bunu bahsetmemesinin temel sebebi ise onun çocuğu olduğuna inanmaması onu çok üzeceğini düşündüğü için asla söylemedi. Şimdi ise öldüğü için acısını boşaltmaya çalışıyordu. Çocuğuna iyi bir hayat sunmuştu. Bunu nasıl yaptın sorusuna da “KENDİMİ SATTIM.” Cümlesini ekleyerek devam ediyor. Ama sadece onu seven erkekler ile birlikte olduğundan bahsediyor. Buradaki “satmak” eylemi fahişelik manasında olan bir olay değildir. Hatta birlikte olduğu erkekler evlenme teklifi ediyorlardı. Ama o bu teklifleri kibarca reddediyordu.
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu kitabı içerisinde R. ile birçok karşılaşması vardı ve bu karşılaşmaların hiçbirinde bakir topraklarına girdiği o genç kızı hatırlamıyordu. Ama her karşılaşma sonrası onu çok sevdiği için onun teklifini kabul ederek birlikte oluyorlardı. R.’nin mektup karşında aldığı ifade ile şaşıran ve hala hatırlamayan bir adamdan ibaretti.
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu kitabı sizi bambaşka bir aşk dünyasına kapısını açarak sizi içerisinde ki yangına çekmeyi başarıyor. Dil sadeliği ile imgelerin kelimeler ile bütünlüğü sizi eşsiz sularda yüzmeye davet ediyor.
18 Ocak 2018 Perşembe
EL VEDUD KİTAP ÖZET
EL VEDUD ÖZET
El Vedûd
Tuğçe Işınsu
Değerli Dostum,
Bu kitapta sana ışık tutacak yollar var. Dualar, ritüeller, uygulamalar, ışık olacak yöntemler… Arınma yollarından aşka, şifa dualarından seni derinleştirecek formüllere, bereket çalışmalarından doğru enerjilere yaşamını kolaylaştıracak, seni frekans olarak yükseltecek yolları denediğinde, kapıları açmanı umuyorum. Her sayfasıyla bir adım atacağın, bir dönüşüm elde edeceğin, dileğine seni yaklaştıracak bir kitap olsun dilerim (ve öyle de oldu).
Kitaptaki gül kokusu senin ilhamın olsun bu yolda, senin için hazırladığı bu kitap senin dönüşümün olsun. Dileğini tutup duanı oku, elindeki şifa enerjisini aç ve hazır olduğunda kitapta bir sayfada dur elinle. Niyet et. O gün, o senin sayfandır…
Kalbine Allah’ı koy ve unutma: O sana şah damarından da yakın. Dua ve Sevgiyle…
El Vedûd
Tuğçe Işınsu
Değerli Dostum,
Bu kitapta sana ışık tutacak yollar var. Dualar, ritüeller, uygulamalar, ışık olacak yöntemler… Arınma yollarından aşka, şifa dualarından seni derinleştirecek formüllere, bereket çalışmalarından doğru enerjilere yaşamını kolaylaştıracak, seni frekans olarak yükseltecek yolları denediğinde, kapıları açmanı umuyorum. Her sayfasıyla bir adım atacağın, bir dönüşüm elde edeceğin, dileğine seni yaklaştıracak bir kitap olsun dilerim (ve öyle de oldu).
Kitaptaki gül kokusu senin ilhamın olsun bu yolda, senin için hazırladığı bu kitap senin dönüşümün olsun. Dileğini tutup duanı oku, elindeki şifa enerjisini aç ve hazır olduğunda kitapta bir sayfada dur elinle. Niyet et. O gün, o senin sayfandır…
Kalbine Allah’ı koy ve unutma: O sana şah damarından da yakın. Dua ve Sevgiyle…
nsanın dünya hayatında kazanabileceği en büyük nimet, iyi kullarını seven, onları rahmet ve rızasına erdiren, sevilmeye ve dostluğu kazanılmaya tek layık olan Allah’ın sevgisidir.
Allah sevdiği kullarının üzerine Kendi rahmetini yazar, onları rızasına yöneltir ve cennetini bahşeder. İnsanın fıtratındaki sevginin gerçek kaynağı Allah'tır. Diğer tüm sevgilerin o sevgiden kaynaklandığının bilincinde olmak ve o sevgileri de yok etmeden Allah’a yönelmek, samimi iman ehli olmak anlamındadır. İmanı Allah sevdirir. İnkârı da yine O, çirkin gösterir.
"Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsleyip-çekici kıldı ve size inkarı, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş (irşad) olanlardır." (Hucurat Suresi, 7)
Her insan iman fıtratı üzere doğar. Her kalp Allah’ı tanıma, O'nu bilme, O'na bağlanma üzeredir. Her kalp O'nu anmak ister. Bedenden daha fazla kalp beslenmeli ki, insanı insan eden değerler baskın gelsin. Akıl ve şuur açılsın, insan mutmain olsun.
İnsanın Allah’a olan imanı arttıkça, sevgi gücü de artar. Kalp, içine tüm dünyanın sevgisini sığdırabilecek kadar geniş yaratılmıştır. Bu, Allah’ın Vedûd isminin, insandaki tecellisinin sonucudur. Kalpte çok güçlü bir sevgi potansiyeli vardır. Bu sevgi ancak iman vesilesiyle geçici şeyleri terk edip, kalıcı ve sonsuz olana yönlenir. İnsan ancak o zaman hayatından lezzet alır. Bediüzzaman o lezzeti şöyle tarif ediyor;
"Kat’iyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billâhtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billâh içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en sâfi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. (Mektûbat, 20. Mektup)
O halde Rabbini bilmek, tanımak ve sevmek, insanı sonsuz mutluluğa götürür. Dünyanın yaratılış amacı budur; insanın hayatının amacı da budur. Bütün hakikî saadet, mutluluk, nimet ve lezzet marifetullah ve muhabbetullahdadır. Aksi ise insanı sonsuz elemlere, üzüntülere, korku ve endişelere sevk eder. İnsan, kalbindeki sevgi nurunu ve sevgi gücünü yitirir; hem dünya, hem ahiret hayatının lezzetinden mahrum kalır.
Allah’a duyulan aşk, tarif edilemeyen derin bir histir, şiddetli bir zevktir. Nasıl gözleri görmeyen birine görme tarif edilemezse, bu aşkı yaşamayan insana da bu duyguyu tarif etmek mümkün değildir. Bu aşk bütün bedene etki eder. Rabbini bilen ve O’na kalben bağlı olan insanın diğer bütün duyuları değerlenir ve nurlanır. Şöyle buyurur Peygamberimiz(asm):
“Vücutta bir parça vardır ki, o sağlam olursa bütün vücut sağlam olur. O bozuk olduğu zaman bütün vücut harap olur. Dikkat edin, işte o kalptir.”
İnsanların çoğunluğu kalplerindeki sevgiyi öldürmüş durumdalar. Küfürde ve günahta ısrarcı olan kalp ölüdür. O ölüyü diriltmeleri, kalplerini sevgiye açmaları gereklidir. Kalp marifetullah ve muhabbetullahla, tahkiki imanla hayat bulur. Rabbini bilmek, insanı taklidi imandan tahkiki imana ulaştırır. Allah'a duyulan muhabbet, tahkiki imanın sonucudur. Allah sevgisini içinde taşıyan ve her şeyde Allah’ın nurunu ve tecellisini gören, muhabbetle, aşkla bakan gözler baktığını aşkla görür, derin aşkla sever. Allah aşkına kavuşan insan dünyanın da ahiretin de bütün güzelliklerine kavuşur. Vedûd ismi, kâinatın her santimetrekaresinde tecelli eder çünkü.
“Bütün kâinatın mayası muhabbettir. Bütün mevcudatın harekâtı muhabbetledir."Kâinat kalbindeki ciddî ve hakiki muhabbet ve aşk, çokça sevilen ve sürekli var olan ezelî Sevgili'yi gösterir.
İşte kâinat kadar büyük o hakiki aşk da, küçücük insanın küçücük kalbinde yerleşir. (11. Lem’a'dan)
“Dünyada da muhakkak bir cennet vardır. Onu bulan kimsede cennet arzusu kalmaz. O cennet mârifetullahtır.”(Peygamberimiz (asm)
ŞEKER PORTAKALI ÖZET
Şeker Portakalı Kitap Özeti
Jose Mauro De Vasconcelos edebiyat dünyasının en ilginç yazarlarından biri. Nedeni ise yazarlık yeteneğini uzun yıllar keşvedememesi ve hayatın onu bir çok birbirinden alakasız işlere sürüklemesi ve yaşadıkları ile içinde barındırdığı hikayesini yazmaya karar vererek edebiyat dünyasında yeri alması.
Hayatında bir çok farklı işte çalışan ve içinde kendine göre bir hikaye geliştiren yazar en sonunda bunu kağıda dökmeye karar verir ve 12 gün gibi kısa bir sürede kitabını tamamlar. Bu kitabı sayesinde de en çok satanlar listesine giren yazar bir anda kendini farklı bir dünyada bulur. İşte bu kitabın adı Şeker Portakalı.
Aydın Emeç tarafından Türkçeye çevrilen bu değerli romanda yoksul bir ailenin oğlu olan bir çocuğun yüzmeye daha yeni başladığında ilerde yüzme şampiyonu olma hayalini kurmasını ve bu hayali için ilerlerken hayatın ona nasıl oyunlar oynadığını ve onu nasıl farklı yerlere sürüklediğini anlatıyor.
Şeker Portakalı okuyucularına tam bir hayat dersi sunuyor ve hayata dair gerçekleri su yüzeyine çıkartıyor. Bunu yaparken de okuyucunun kendi geçmişinden parçaları bulmasını ve hayatı daha iyi anlamasını sağlıyor.
**********
Şeker Portakalı 5 yaşındaki Zeze isimli bir çocuğun acı hikayesini anlatıyor. Çok fakir bir ailenin çocuklarından biri olan ve 5 yaşında olmasına rağmen hayal gücü ve zekası çok gelişmiş olan Zeze çok yaramaz bir çocuktur ve o yüzden mahalle için şeytan olarak anılmaktadır.
Çok meraklı olan ve çevresindeki her şeyi keşfetmeye çalışan bu çocuğun diğer ilginç noktası ise okumayı çok erken çözmesidir. Bu yüzden öğretmeni tarafından sevilen ve Zeze’nin şeytan olmadığı bir tek öğretmeni kendisi gibi sarışın olan ablası inanmaktadır.
Zeze’nin babası işsizdir ve aile bu yüzden büyük bir fakirlik çeker. Taşınmak zorundadırlar ve bu Zeze’ye acı verir. Bu acısını azaltmak içinde Zeze’ben bir şeker portakalı fidanı seçmesi istenir. Zeze’ de bir tane seçer ve kendi ağacı olduğu için ona ilgi gösterir. Fakat bu şeker portakalı fidanının başka bir özelliği daha vardır. O da Zeze ile konuşmasıdır. İkili bu sayede çok iyi arkadaş olur ve Zeze tüm gün yaptıklarını şeker portakalı fidanına anlatmaya başlar.
Yeni yıl yaklaştığında Zeze de her çocuk gibi hediye bekler. Fakat ailesi çok fakir olduğu için pek umudu yoktur. Buna rağmen pabuçlarını kapının önüne koyar ve odasında beklemeye başlar. Gelenek olarak babası kapının önüne hediye koyması gerekir ve Zeze merakına yenilerek hediye var mı diye kapıyı açar. Tahmin ettiği gibi hediye yoktur fakat karşısında babası ıslak gözler ile ona bakar. O an babasının acısını hisseder fakat artık çok geçtir. Yaptığı bu davranışı ile babasını çok üzmüştür ve bunu telafi etmek için babasına hediye almaya karar verir. Bunun içinde ayakkabı boyama kutusu alır ve yollara düşer. İşler pek iyi gitmez ama yine de bir şekilde hediye için gerekli parayı bulmayı başarır. Hediyeyi alıp babasına verdiğinde artık ondan mutlusu yoktur. Onun içinde hem bir şeytan hem de bir melek vardır.
Bir taraftan herkes yaramazlıkları ile ona bela okurken diğer taraftan öğretmeninin masasındaki vazo boş kalmasın, öğretmeni üzülmesin diye çabalayan bir çocuktur Zeze. En büyük hayallerinden bir tanesi ise yarasa gibi kasabanın en havalı arabası olan Portekizlinin arabasının arkasına asılarak rüzgarı hissetmektedir. Bir gün cesaretini toplar ve bunu dener. Fakat denemesi ile başarısız olması ve Portekizliden dayak yemesi bir olur. O gün büyüdüğünde Portekizliyi öldüreceğine dair yemin eder.
Bundan sonra günlerini artık Portekizliden saklanarak geçirir ve Portekizli ona pek rahat vermez. Arabası ile hava yapması Zeze’yi daha da kızdırır ama elinden bir şey gelmez. Bir gün yaramazlık ederken kendini keser ve bunu dayak yememek için ailesinden gizler. Okula toparlayarak giderken Portekizli bunu fark eder ve onu arabasına alır. Okula gitmek yerine Zeze’yi eczaneye götürür ve yarasına baktırır. Daha sonrada ona limona ile pasta ısmarlar. Portekizlinin kötü biri olmadığını anlayan Zeze onunla dost olmaya karar. Bundan sonraki günlerini de sürekli Portekizli ve arabası ile geçirir. Portekizli ile öyle yakınlaşmışlardır ki artık onu babası gibi görmeye başlar. Hayatında sevdiği tek kişi Portekizli olmuştur.
Zeze yaramazlıklarına devam eder ve ailesi de onu sürekli döver. Artık Zeze’yi dövmek alışıla gelmiş bir hale gelir. Fakat zamanla dayağın dozu kaçar ve ablası ile babası Zeze’yi çok kötü döver. Öyle ki Zeze dışarı çıkamaz hale gelir. Bir anlamda artık ölmeyi istemektedir ve bunun için tek yok olarak da trenin önüne atlamayı düşünür. O bunun planını kurarken kötü haber gelir. Portekizli arabasının içinde iken tren arabasına çarpmıştır. Araba paramparça olmuştur ve Portekizli ölmüştür. Hayatındaki en sevdiği kişiyi kaybetmek Zeze’yi yaşayan bir ölü haline getirir. Tam o sırada şeker portakalının yol yapımı için kesileceği söylentisi de çıkmıştır. Tüm aile Zeze’nin bu yüzden bunalıma girdiğini düşünür. Zeze öyle kötü olur ki tüm kasaba haline acır ve bir zamanlar şeytan diye çağırdıkları Zeze’yi ziyarete gelirler. Fakat hiç bir şey Zeze’yi kendine getiremez. Bir tek en iyi arkadaşı olan şeker portakalı fidanı ile konuşur. Fakat onun da ömrü artık sınırlıdır. Zeze bir şekilde hayatına devam etmek zorundadır.
Jose Mauro De Vasconcelos edebiyat dünyasının en ilginç yazarlarından biri. Nedeni ise yazarlık yeteneğini uzun yıllar keşvedememesi ve hayatın onu bir çok birbirinden alakasız işlere sürüklemesi ve yaşadıkları ile içinde barındırdığı hikayesini yazmaya karar vererek edebiyat dünyasında yeri alması.
Hayatında bir çok farklı işte çalışan ve içinde kendine göre bir hikaye geliştiren yazar en sonunda bunu kağıda dökmeye karar verir ve 12 gün gibi kısa bir sürede kitabını tamamlar. Bu kitabı sayesinde de en çok satanlar listesine giren yazar bir anda kendini farklı bir dünyada bulur. İşte bu kitabın adı Şeker Portakalı.
Aydın Emeç tarafından Türkçeye çevrilen bu değerli romanda yoksul bir ailenin oğlu olan bir çocuğun yüzmeye daha yeni başladığında ilerde yüzme şampiyonu olma hayalini kurmasını ve bu hayali için ilerlerken hayatın ona nasıl oyunlar oynadığını ve onu nasıl farklı yerlere sürüklediğini anlatıyor.
Şeker Portakalı okuyucularına tam bir hayat dersi sunuyor ve hayata dair gerçekleri su yüzeyine çıkartıyor. Bunu yaparken de okuyucunun kendi geçmişinden parçaları bulmasını ve hayatı daha iyi anlamasını sağlıyor.
**********
Şeker Portakalı 5 yaşındaki Zeze isimli bir çocuğun acı hikayesini anlatıyor. Çok fakir bir ailenin çocuklarından biri olan ve 5 yaşında olmasına rağmen hayal gücü ve zekası çok gelişmiş olan Zeze çok yaramaz bir çocuktur ve o yüzden mahalle için şeytan olarak anılmaktadır.
Çok meraklı olan ve çevresindeki her şeyi keşfetmeye çalışan bu çocuğun diğer ilginç noktası ise okumayı çok erken çözmesidir. Bu yüzden öğretmeni tarafından sevilen ve Zeze’nin şeytan olmadığı bir tek öğretmeni kendisi gibi sarışın olan ablası inanmaktadır.
Zeze’nin babası işsizdir ve aile bu yüzden büyük bir fakirlik çeker. Taşınmak zorundadırlar ve bu Zeze’ye acı verir. Bu acısını azaltmak içinde Zeze’ben bir şeker portakalı fidanı seçmesi istenir. Zeze’ de bir tane seçer ve kendi ağacı olduğu için ona ilgi gösterir. Fakat bu şeker portakalı fidanının başka bir özelliği daha vardır. O da Zeze ile konuşmasıdır. İkili bu sayede çok iyi arkadaş olur ve Zeze tüm gün yaptıklarını şeker portakalı fidanına anlatmaya başlar.
Yeni yıl yaklaştığında Zeze de her çocuk gibi hediye bekler. Fakat ailesi çok fakir olduğu için pek umudu yoktur. Buna rağmen pabuçlarını kapının önüne koyar ve odasında beklemeye başlar. Gelenek olarak babası kapının önüne hediye koyması gerekir ve Zeze merakına yenilerek hediye var mı diye kapıyı açar. Tahmin ettiği gibi hediye yoktur fakat karşısında babası ıslak gözler ile ona bakar. O an babasının acısını hisseder fakat artık çok geçtir. Yaptığı bu davranışı ile babasını çok üzmüştür ve bunu telafi etmek için babasına hediye almaya karar verir. Bunun içinde ayakkabı boyama kutusu alır ve yollara düşer. İşler pek iyi gitmez ama yine de bir şekilde hediye için gerekli parayı bulmayı başarır. Hediyeyi alıp babasına verdiğinde artık ondan mutlusu yoktur. Onun içinde hem bir şeytan hem de bir melek vardır.
Bir taraftan herkes yaramazlıkları ile ona bela okurken diğer taraftan öğretmeninin masasındaki vazo boş kalmasın, öğretmeni üzülmesin diye çabalayan bir çocuktur Zeze. En büyük hayallerinden bir tanesi ise yarasa gibi kasabanın en havalı arabası olan Portekizlinin arabasının arkasına asılarak rüzgarı hissetmektedir. Bir gün cesaretini toplar ve bunu dener. Fakat denemesi ile başarısız olması ve Portekizliden dayak yemesi bir olur. O gün büyüdüğünde Portekizliyi öldüreceğine dair yemin eder.
Bundan sonra günlerini artık Portekizliden saklanarak geçirir ve Portekizli ona pek rahat vermez. Arabası ile hava yapması Zeze’yi daha da kızdırır ama elinden bir şey gelmez. Bir gün yaramazlık ederken kendini keser ve bunu dayak yememek için ailesinden gizler. Okula toparlayarak giderken Portekizli bunu fark eder ve onu arabasına alır. Okula gitmek yerine Zeze’yi eczaneye götürür ve yarasına baktırır. Daha sonrada ona limona ile pasta ısmarlar. Portekizlinin kötü biri olmadığını anlayan Zeze onunla dost olmaya karar. Bundan sonraki günlerini de sürekli Portekizli ve arabası ile geçirir. Portekizli ile öyle yakınlaşmışlardır ki artık onu babası gibi görmeye başlar. Hayatında sevdiği tek kişi Portekizli olmuştur.
Zeze yaramazlıklarına devam eder ve ailesi de onu sürekli döver. Artık Zeze’yi dövmek alışıla gelmiş bir hale gelir. Fakat zamanla dayağın dozu kaçar ve ablası ile babası Zeze’yi çok kötü döver. Öyle ki Zeze dışarı çıkamaz hale gelir. Bir anlamda artık ölmeyi istemektedir ve bunun için tek yok olarak da trenin önüne atlamayı düşünür. O bunun planını kurarken kötü haber gelir. Portekizli arabasının içinde iken tren arabasına çarpmıştır. Araba paramparça olmuştur ve Portekizli ölmüştür. Hayatındaki en sevdiği kişiyi kaybetmek Zeze’yi yaşayan bir ölü haline getirir. Tam o sırada şeker portakalının yol yapımı için kesileceği söylentisi de çıkmıştır. Tüm aile Zeze’nin bu yüzden bunalıma girdiğini düşünür. Zeze öyle kötü olur ki tüm kasaba haline acır ve bir zamanlar şeytan diye çağırdıkları Zeze’yi ziyarete gelirler. Fakat hiç bir şey Zeze’yi kendine getiremez. Bir tek en iyi arkadaşı olan şeker portakalı fidanı ile konuşur. Fakat onun da ömrü artık sınırlıdır. Zeze bir şekilde hayatına devam etmek zorundadır.
SAKLI SEÇİLMİŞLER KİTAP ÖZET
Saklı Seçilmişler kitabı ne kadar sürede hazırlandı? Saklı Seçilmişler'de insan sağlığıyla ilgili anlatılan tüyler ürpertici ve "öldürücü" gerçekler neler?İşte kitap özeti.
Araştırmacı gazeteci, toplum insanı Soner Yalçın, Saklı Seçilmişler özet ile karşımızda. “Gıda terörünü ve bunun arkasındaki karanlık isimleri yazdım” diyen Soner Yalçın'ın belgelerle açıkladığı araştırmaları 5 yıldan fazla sürmüş ve kitabı yazması da 8 ayını almış.
Sözcü Gazetesi'nden Nil Soysal'a röportaj veren Soner Yalçın'dan kitapla ilgili öne çıkanlar şöyle:
Gıdalar korku kaynağına dönüştürüldü! Hekimler, uzmanlar yazıyor, konuşuyor, uyarıyor: “Aman şunları yemeyin! Aman bunları içmeyin!” Dedikleri doğru ama konuyu “gıda sağlığına” sıkıştırıp bırakıyorlar. Bu “çağdaş esarete” sebep olanlar görmezden geliniyor, gizli amaçları üzerinde durulmuyor. Eksik olan bu. İşte Saklı Seçilmişler kitabı bu ihtiyacı gidermek için yazıldı.
Kimyasal yiyecekler-içecekler insan sağlığı için tehlikeli zehir ise niye satılıyor? Demek meselenin gizlenen sırrı var! Bakın çevrenize; kısırlık ve kanser ne kadar arttı. Şeker hastalığı inanılmaz boyutlarda. Bu rahatsızlıkların sebebi yediklerimiz, içtiklerimiz. Mesele sadece sağlık değil; bunun ekonomik-politik yönü var! Bu zehir düzenini kimler, nasıl kurdu?
Beslenmenin-gıdanın ekonomik politiği üzerinde kimse durmuyor. Dedim ki içimden; “İnsanların kafasını aydınlatacak, gıda terörünün arkasındaki karanlık isimleri ve politikaları ortaya çıkaracak kitap yazmalıyım.” “Saklı Seçilmişler” böyle doğdu…
Kafamda şu vardı: ABD-AB ve küresel baronlar daha çok kazanç için bu kirli düzeni kurdu. Her ülkede yerli işbirlikçi patronlar ve iktidarlar buldu. Ya da iktidara getirdi. Dünya Bankası-IMF- Dünya Ticaret Örgütü adlı “şeytan üçgeni” Türk tarımını bitirip insanlarımıza zehir yedirmeye böyle başladı. Bu “şeytanların” ne yaptıklarına odaklanmışken, bir gün kafama dank etti: Bu işin içinde başka iş var! Bu iş sadece para kazanma meselesi olamazdı. Bir sır vardı. Bu sırrın peşine düşünce korkmaya başladım. Öğrendiklerimden dehşete düştüm.
Sadece Türkiye değil, dünya yoksullarına soykırım yapılıyor. Dünyadaki fakirleri “biyolojik gıda silahıyla” öldürüyorlar.
İnsanları (tek tek isimlerini verdim) yiyeceklerle- eşyalarla- aşılarla kısırlaştırıyorlar.
Gebeliği önleyen mısır üretmişler.
Kolesterol haplarıyla cinsel hayatlar öldürülüyor.
Gördüm ki: Bugün bunu yapan küresel yiyecek şirketleri, global ilaç firmaları dün de Hitler'in destekçisiydi! Tesadüf mü? Aynı aileler gaz odalarıyla değil, gıdayla insanları yok ediyor. Parası olmadığı için sağlıklı beslenemeyen yok ediliyor. Yeni soykırımcılar yeni dünya kurmak istiyor.
Çoğu kişi sadece zeytin ağaçları katliamını biliyor. Özellikle Özal döneminde çıkarılan yasalarla başladı büyük tarımsal kıyım. Türkiye'nin milli stratejik sektörü tarımı, yağlı urganla boğdurdular. Çünkü, ABD-AB endüstriyel tarıma geçince elindeki ürünü satmak için yeni pazarlar arıyordu. Türkiye bu pazarlardan biriydi. Size bazı rakamlar vermeliyim: Türkiye'nin 1980 başında tarım ürünleri ihracatı 2 milyar dolar, ithalatı 51 milyon dolardı. İthalat 1999'da 3 milyar 93 milyon dolara yükseldi. Bugün tarımsal ithalat 16.5 milyar dolara ulaştı! Özallar, Erdoğanlar bu açıdan pek eleştirilmedi. Tarımsal üretimde kendine yeten Türkiye, bu dışa bağımlı politikalar sonucu bugün her tarımsal ürünü ithal eder hale getirildi. AKP bu politikayı ısrarla sürdürüyor. Bir ülke bile bile böyle intihara sürükleniyor işte. Zehir tacirlerine böyle fırsat veriliyor.
Özellikle son 6 ayda “inşallah delirmem” dedim. Kötülüğe ve adaletsizliğe inanamıyorsunuz. Örneğin, bu süreçte iki kez ABD'ye gittim. Benzer durumu Güney Kore ve Japonya'da da görmüştüm: Yoksullar evlerinde değil, dışarıda yemek yiyor! Çünkü evde yapmaktan dışarıda yemek daha ucuz! ABD'de doğal gıda ürünlerinin satıldığı butik mağazaların kapısından içeri girmeniz bile zor, çok pahalı. Türkiye'de de öyle; yoksulların doğal yiyecekleri alması imkansız. Bu durumda ne oluyor; kanser çocuklarda görülüyor artık. Maalesef insanlar bilmeden bu tuzağa düşüyor; “tatlı zehirler” yediriyor çocuklarına-torunlarına. Fast food özellikle çocuklarda aşırı şişmanlamaya ve şeker/diyabet hastalığına neden olmuyor; zeka geriliğine sebep oluyor! Bu yerlerde her yedi saniyede bir yemek yiyen bir kişide kanser vakası var! Bunu ben değil, ABD Senatosu söylüyor.
Bir kere şunun altını çizeyim: Ekmek, süt, yoğurt, pirinç ya da bir başka tarımsal ürün aslında sahiden ekmek, süt, yoğurt, pirinç mi? Yoksa o görünümde başka bir kimyasal ürün mü? Basit gıda hilelerinden bahsetmiyorum; sorun sandığınızdan daha büyük! Uzun raf ömürleri vs için ortaya çıkarılan tanımsız “şey” yiyeceklerden bahsediyorum. Bu yiyecekleri yiyip yememek herkesin kendi elinde. Ancak yoksullara başka alternatif bırakılmıyor. Fakirler hep ucuza mal edilen yiyeceklerle beslenmek zorunda kalıyor. Dikkat edin en yoksullar en şişman olanlardır. 50 yıl önce hamburger-patates yiyen kişi 420 kalori alıyordu; bugün 1050 kalori alıyor... 3 kilo yapay tatlandırıcı 750 kilo şekere denk geliyor ve her yiyeceğin içinde. Bu ucuz fast food tarzının da gizli bir amacı yok mu?
Tek örnek vereyim: Mısır şurubu elde etmek için cıva kullanılıyor! Son on yıllık süre zarfında Türkiye'de diyabet hasta oranı yaklaşık yüzde 100'lük artış göstererek yüzde 7.6'dan yüzde 13.4'e çıktı. Keza insanların büyük çoğunluğu hastalığın farkında olmadan yaşıyor. Yani rakam daha yüksek. Bir gıda terörü ile karşı karşıyayız...
Araştırmacı gazeteci, toplum insanı Soner Yalçın, Saklı Seçilmişler özet ile karşımızda. “Gıda terörünü ve bunun arkasındaki karanlık isimleri yazdım” diyen Soner Yalçın'ın belgelerle açıkladığı araştırmaları 5 yıldan fazla sürmüş ve kitabı yazması da 8 ayını almış.
Sözcü Gazetesi'nden Nil Soysal'a röportaj veren Soner Yalçın'dan kitapla ilgili öne çıkanlar şöyle:
Gıdalar korku kaynağına dönüştürüldü! Hekimler, uzmanlar yazıyor, konuşuyor, uyarıyor: “Aman şunları yemeyin! Aman bunları içmeyin!” Dedikleri doğru ama konuyu “gıda sağlığına” sıkıştırıp bırakıyorlar. Bu “çağdaş esarete” sebep olanlar görmezden geliniyor, gizli amaçları üzerinde durulmuyor. Eksik olan bu. İşte Saklı Seçilmişler kitabı bu ihtiyacı gidermek için yazıldı.
Kimyasal yiyecekler-içecekler insan sağlığı için tehlikeli zehir ise niye satılıyor? Demek meselenin gizlenen sırrı var! Bakın çevrenize; kısırlık ve kanser ne kadar arttı. Şeker hastalığı inanılmaz boyutlarda. Bu rahatsızlıkların sebebi yediklerimiz, içtiklerimiz. Mesele sadece sağlık değil; bunun ekonomik-politik yönü var! Bu zehir düzenini kimler, nasıl kurdu?
Beslenmenin-gıdanın ekonomik politiği üzerinde kimse durmuyor. Dedim ki içimden; “İnsanların kafasını aydınlatacak, gıda terörünün arkasındaki karanlık isimleri ve politikaları ortaya çıkaracak kitap yazmalıyım.” “Saklı Seçilmişler” böyle doğdu…
Kafamda şu vardı: ABD-AB ve küresel baronlar daha çok kazanç için bu kirli düzeni kurdu. Her ülkede yerli işbirlikçi patronlar ve iktidarlar buldu. Ya da iktidara getirdi. Dünya Bankası-IMF- Dünya Ticaret Örgütü adlı “şeytan üçgeni” Türk tarımını bitirip insanlarımıza zehir yedirmeye böyle başladı. Bu “şeytanların” ne yaptıklarına odaklanmışken, bir gün kafama dank etti: Bu işin içinde başka iş var! Bu iş sadece para kazanma meselesi olamazdı. Bir sır vardı. Bu sırrın peşine düşünce korkmaya başladım. Öğrendiklerimden dehşete düştüm.
Sadece Türkiye değil, dünya yoksullarına soykırım yapılıyor. Dünyadaki fakirleri “biyolojik gıda silahıyla” öldürüyorlar.
İnsanları (tek tek isimlerini verdim) yiyeceklerle- eşyalarla- aşılarla kısırlaştırıyorlar.
Gebeliği önleyen mısır üretmişler.
Kolesterol haplarıyla cinsel hayatlar öldürülüyor.
Gördüm ki: Bugün bunu yapan küresel yiyecek şirketleri, global ilaç firmaları dün de Hitler'in destekçisiydi! Tesadüf mü? Aynı aileler gaz odalarıyla değil, gıdayla insanları yok ediyor. Parası olmadığı için sağlıklı beslenemeyen yok ediliyor. Yeni soykırımcılar yeni dünya kurmak istiyor.
Çoğu kişi sadece zeytin ağaçları katliamını biliyor. Özellikle Özal döneminde çıkarılan yasalarla başladı büyük tarımsal kıyım. Türkiye'nin milli stratejik sektörü tarımı, yağlı urganla boğdurdular. Çünkü, ABD-AB endüstriyel tarıma geçince elindeki ürünü satmak için yeni pazarlar arıyordu. Türkiye bu pazarlardan biriydi. Size bazı rakamlar vermeliyim: Türkiye'nin 1980 başında tarım ürünleri ihracatı 2 milyar dolar, ithalatı 51 milyon dolardı. İthalat 1999'da 3 milyar 93 milyon dolara yükseldi. Bugün tarımsal ithalat 16.5 milyar dolara ulaştı! Özallar, Erdoğanlar bu açıdan pek eleştirilmedi. Tarımsal üretimde kendine yeten Türkiye, bu dışa bağımlı politikalar sonucu bugün her tarımsal ürünü ithal eder hale getirildi. AKP bu politikayı ısrarla sürdürüyor. Bir ülke bile bile böyle intihara sürükleniyor işte. Zehir tacirlerine böyle fırsat veriliyor.
Özellikle son 6 ayda “inşallah delirmem” dedim. Kötülüğe ve adaletsizliğe inanamıyorsunuz. Örneğin, bu süreçte iki kez ABD'ye gittim. Benzer durumu Güney Kore ve Japonya'da da görmüştüm: Yoksullar evlerinde değil, dışarıda yemek yiyor! Çünkü evde yapmaktan dışarıda yemek daha ucuz! ABD'de doğal gıda ürünlerinin satıldığı butik mağazaların kapısından içeri girmeniz bile zor, çok pahalı. Türkiye'de de öyle; yoksulların doğal yiyecekleri alması imkansız. Bu durumda ne oluyor; kanser çocuklarda görülüyor artık. Maalesef insanlar bilmeden bu tuzağa düşüyor; “tatlı zehirler” yediriyor çocuklarına-torunlarına. Fast food özellikle çocuklarda aşırı şişmanlamaya ve şeker/diyabet hastalığına neden olmuyor; zeka geriliğine sebep oluyor! Bu yerlerde her yedi saniyede bir yemek yiyen bir kişide kanser vakası var! Bunu ben değil, ABD Senatosu söylüyor.
Bir kere şunun altını çizeyim: Ekmek, süt, yoğurt, pirinç ya da bir başka tarımsal ürün aslında sahiden ekmek, süt, yoğurt, pirinç mi? Yoksa o görünümde başka bir kimyasal ürün mü? Basit gıda hilelerinden bahsetmiyorum; sorun sandığınızdan daha büyük! Uzun raf ömürleri vs için ortaya çıkarılan tanımsız “şey” yiyeceklerden bahsediyorum. Bu yiyecekleri yiyip yememek herkesin kendi elinde. Ancak yoksullara başka alternatif bırakılmıyor. Fakirler hep ucuza mal edilen yiyeceklerle beslenmek zorunda kalıyor. Dikkat edin en yoksullar en şişman olanlardır. 50 yıl önce hamburger-patates yiyen kişi 420 kalori alıyordu; bugün 1050 kalori alıyor... 3 kilo yapay tatlandırıcı 750 kilo şekere denk geliyor ve her yiyeceğin içinde. Bu ucuz fast food tarzının da gizli bir amacı yok mu?
Tek örnek vereyim: Mısır şurubu elde etmek için cıva kullanılıyor! Son on yıllık süre zarfında Türkiye'de diyabet hasta oranı yaklaşık yüzde 100'lük artış göstererek yüzde 7.6'dan yüzde 13.4'e çıktı. Keza insanların büyük çoğunluğu hastalığın farkında olmadan yaşıyor. Yani rakam daha yüksek. Bir gıda terörü ile karşı karşıyayız...
15 Ocak 2018 Pazartesi
Fİ Çİ Pİ SERİSİ ÖZET
Fi Çi Pi SERİSİ ÖZET
Çok satanlar reyonunu çoğunlukla es geçen bir okuyucu olarak bazen önemli şeyleri kaçırdığımın farkındayım. Ancak bazı şeyler algı alanımıza gireceklerse bir yolunu buluyorlar şüphesiz. Her şey bir dost meclisindeki sohbet ile başladı. Azra Kohen isimli bir yazarın Fi-Çi-Pi isimlerinden oluşan üçlemesi uzun süredir ortalığı kavuruyordu ve o sırada Fi’yi okuyan arkadaşım hararetle kitapları tavsiye etti. Bundan sonraki süreçte –algıda seçiciliğin de etkisiyle- her yerde kitabı görmeye başladım. Çok satanlar listesi, yorumlar, sosyal medya paylaşımları ve mahallede normalde kitap satmayan kırtasiye ve daha farklı mecralarda kitap ya da kitaptan alıntılar vardı. Açıkcası kitaplar iyice dikkatimi çekmişti ve okumaya karar verdim. Bu noktada kitapları okumam sırasındaki komik deneyimi sona bırakıyor ve eserlerden bahsetmek istiyorum. Şüphesiz ki yazıyı sonuna kadar okuyanlar, yüzleri gülümseten bir hikaye ile karşılacaklardır.
fi
Zenginliğin ve her şeye sahip olmanın içinde mutsuz, hırslarıyla yıpranmış insanlar. Azra Kohen’in Fi Çi Pi kitaplarından oluşan serisinde günümüz beyaz yakalısına da oldukça fazla referans var. Bu anlamda bazı noktalarda “etrafımızdaki şu insana ne kadar benziyor” demeden geçemiyorsunuz. Ana karakterleri nasıl yapsam da anlatsam diye düşünürken siz sevgili okuyucu için hiçbir emekten kaçınmadım ve bunu aşağıdaki grafiğe dökeyim dedim. Keza bu kitaplarda da Aşk-ı Memnu tadında bir ilişkiler ağı mevcut. Grafikten sonra anlatıma başlayayım.
Can’ın Duru’yu görmesi ve Deniz ile yaşadıkları yan evlerine taşınması ile ana hikaye başlıyor. Bu aşk, tutku, ihtiras üçgeni kitabın ana çatısı diyebiliriz. Bu ilişki ağı zamanla dönüşüyor ve kişilerin geldikleri farklı yerleri ve kimliklerini dönüştürme sürecini takip ediyoruz kitap boyunca. Açıkcası kitabın ana eksenine oturtulmasına rağmen en az ilgimi çeken ilişki ağı bu oldu ve özellikle de ikinci kitabın bazı bölümlerinde konunun çok uzatıldığını düşündüm. Kitap hakkında bilgi vermeden nasıl anlatılır bilemedim ama aralarındaki ilişkilerden daha ziyade sonrasında yaşadıkları kişisel aydınlanma süreci daha sürükleyiciydi. Özellikle de Deniz’in üstün yeteneği ile sanatı ve gençleri yönlendirmesi ve yeni bir enerji yaratması. Bu aydınlanma sürecinin en önemli karakterlerinden biri de Bilge idi. Can’ın yanında asistanlık yapmaya başlayan Bilge, sonrasında geldiği nokta ile en büyük dönüşümlerden birine sebep olan insan olarak önplanda. Ada ve Göksel de bu sürece aşk bağı ile bağlılar ancak bu aşkları onları yıkıcı bir noktaya taşıyor.
Karakterlerle beraber sistem eleştirisi de yapılıyor seride. Bunu en iyi Özge’nin kısmında görüyoruz. Magazincilikten kimseden korkmaz, doğruları göstermek isteyen bir gazeteci ve sonrasında da siyasetçi konumuna gelmesi sürecinde Sadık Murat Kolhan ile yaşadıkları şu anda basın ve siyaset arasındaki yumağa ciddi bir ayna tutuyor. Sanırım en ilgiyle okuduğum kısımlar bu kısımlar oldu.
Serinin üç kitabının da kitapların içeriğiyle bağlantılı isimleri var. İlk kitaba ismini veren Fi sayısı, kusursuz güzelliğe atfedilen altın oran simgesi. Özellikle Duru’nun güzelliği ve Can’ın ateşe giden pervane misali bu güzelliğin etrafında dönmesine gönderme diyebiliriz. Çi, çin felsefesinde enerji, yaşam gücü, nefes olarak adlandırılıyor, bu tabirle de paralel ikinci kitapta hızlı bir devinim söz konusu. Daire alan ve çevre ölçümlenmesinde kullanılan Pi ise hikayenin başladığı ve bittiği noktaya referans veriyor.
Seri ile ilgili genel bir fikir vermek gerekirse genel olarak akıcı, bazı noktalarda da zihin açıcı bir okuma deneyimi sunduğunu söyleyebilirim. Ancak esas aydınlanma sürecinin anlatıldığı üçüncü kitap çok zayıf kalmış. En basit olayları bile ayrıntısıyla anlatan yazar, son kitaptaki kurtuluşa dair teorisini ve karakterlerin bu anlamda yaşadıklarını daha detaylandırmalı bana göre. Yazarın kendi hayatında da yapmak istediğini söylediği sürdürülebilir yaşam alanı fikri daha iyi açıklanmayı hakkediyor. Bazı noktalarda da ciddi bir empoze var, bazı fikirler tek doğru olarak aşılanmaya çalışılıyor gibi. Kitapları okurken bazen mottolar listesi okuyorum gibi geldi. İçeriğe ek olarak bir eleştiri daha yapmak isterim. Kitap kapakları gerçekten kötü ve insanda üçüncü sınıf aksiyon senaryosu izlenimi yaratıyor. Bence değiştirilmesi yerinde olur.
Kitaptan dikkat çekici bir alıntı ile yorumumu tamamlamak isterim. “Onca varlıklarına, servetlerine, huzurlarına rağmen diğerleriyle yarışırcasına şekle yapışmamayı başaranlar nihayet beşinci basamağa, kendini gerçekleştirmeye varırlar. Kendini gerçekleştirmek… Peki bu ne demek? Ben niye buradayım demek. Özümde neyim demek. Beni diğerlerinden ayıran en temel şey ne demek. ‘Şeklim ne?’ değil, ‘İçimdeki bu ses ne?’, ‘İçeriğim ne?’ demek. Böylece kendi ilkelliğinden arınmış hakiki insan doğar. hakiki insan burada belki daha bebektir ama en azından kendini bilir. ‘Transcendence’ diyorlar buna. ruhun tekâmülü, evrim. Ve işte bu evrim olmadan yani her bir birey kendini gerçekleştirmeye odaklanmadan demokrasi var olamaz. Bir diğerinin açlıkla savaştığı bir sistemde siz transcendence’e ulaşamazsınız. Kişinin kendini gerçekleştirebilmesi için ait olduğu toplumdan çok farklı olmaması gerek, yoksa, yüzleştiği şeyler yükselmesine değil kendini öldürmesine neden olacaktır. Demokrasi mi kendini gerçekleştirmekten, kendini gerçekleştirmek mi demokrasiden?… İnsanlığın kısırdöngüsüdür bu.’’
Kitaplarla ilgili yorumlardan sonra gelelim söz verdiğimiz gibi küçük anekdota. Kitapları bana öneren arkadaşımla kitapları bitirdikten sonra üzerlerine konuşmak için sözleştik. Ancak ben o kadar hızlı gitmişim ki kendisinden sonra başlamama rağmen ben üç kitabı da bitirdiğimde kendisi ikinci kitaba yeni geçmişti. “Hadi ben bitirdim, ne zaman konuşuyoruz?” dediğimdeki yüz ifadesini ve “nasıl yani bitirdim? Ne demek bitirdim?” deyişini hiç unutmayacağım.
PS: Büyük kabusuma kitapları okumama vesile olduğu için teşekkür ediyorum.
Pİ KİTAP ÖZETİ
Pi Özeti
Akilah Azra Kohen Pi"Karanlıkla savaşmanın tek yolu fark etmektir. Fark edince ışık olursun."
Fi ile başlayan farkındalıklar yolculuğunu Çi ile devam ettirmiş Pi ile de sonlandırmış bulunduk. Hala bu seriyi okumayan var mıdır bilmiyorum ama eğer okumadıysanız şiddetle tavsiye ederim. Çünkü bu kitapların içinde sadece bir olay örgüsü yok, olayların içinde yer verilmiş birçok bilgi var. Şanslıyız ki Azra Kohen bizden sakınmamış bu bilgileri. İçinde dinden psikolojiye, güncel olaylara, bilimsel bilgilere ve daha birçok şeye ulaşabileceğiniz bir seri bu. En önemli yanıysa aslında bir kişisel gelişim kitabı olduğu halde elinizden bırakamayacağınız bir romana dönüşmesi. Serinin diğer özelliklerinin yanında bir de karakterler var tabii ki, çok uzun bir kitap olduğu için kısa kısa bahsedeceğim karakterlerden;
Darbe dergisiyle herkesin dikkatini çeken Özge, derginin kapatılmasına ilişkin aldığı tehditler sonucunda derginin yayımlanma sistemini dış ülkeden alıyor. Sadık Murat Kolhan’la aralarındaki yakınlaşma devam etse de Özge kendisine tamamen zıt ve sonradan hükümetin yanlısı olduğunu öğrendiği bu adama karşı tüm duygularını geri plana atıyor. Sadık sayesinde birçok kişiyle tanıştırılan ve milletvekili olan Özge çok etkili bir yemin konuşması yaparak sosyal medyada büyük ilgi görüyor. Özge'nin bu yükselişinden ve fikirlerinden rahatsız olan kişiler sayesinden Sadık Özge adına korkmaya başlıyor ve onu korumak istiyor. Özge ise tüm bunlara karşın hala kendi düşüncelerini savunmaya devam ediyor ve genel başkanlığa kadar yükseliyor. Her şeye rağmen genel başkanlığa kadar yükselen ve fikirlerini söylemekten kaçınmayan bu kızı risk olan gören kişiler arkasında Sadık'ın olduğunu düşünüyor. Başına gelecekleri önceden bilen Sadık ise ülkeyi terk etmekte buluyor çözümü. Ülkeyi terk ediyor ve Özgenin hayatından tamamen çıkıyor. Özge ise Can Manayın yaptırmış olduğu bir davette Deniz'le karşılaşıyor. Bu karşılaşma ise onları çok farklı duygu boyutlarına doğru götürüyor.
Deniz'in müziğini Şadiye'ye satan ve tanıştığı müzik yapımcısı Tugay sayesinde büyük bir üne kavuşan Ada reklam müzikleri yapmaya devam ediyor. Fakat uyuşturucu bağımlısı haline gelen Ada, çok başka bir kişiliğe dönüşüyor. Tugay'ın onu müziği için yanında tuttuğunu çok geç fark etse de o da kokain nedeniyle Tugay'ın yanında duruyor ve en sonunda farklı bir dozda almış olduğu uyuşturucu sayesinde intihar edip ölüyor. Elinde tuttuğu kemanıyla birlikte.
Göksel ise polis ve Deniz'in açtığı Sokak adlı yerde dans etmeye devam ediyor. Deniz'in onu bulmasıyla başlıyor her şey. Bir gün Ada ona geliyor ve Deniz'i soruyor böylece Ada'ya ulaşan ve onu çok farklı bulan Göksel en sonunda ölüsüyle karşılaşıyor. Bunu yapanın Tugay olduğunu bildiğinden aynı dozda ve aynı tipte uyuşturucuyla onu ölüme terk ediyor.
Can Manay'ın asistanı olarak işe başlayan Bilge ise Ali ile çok farklı bir ilişki yaşamaya başlıyorlar. Ali bir gün Bilge'den bir yardım istiyor. Otistik bir akrabası olduğunu ve onlara yardım etmesini istiyor Ali. Bilge kardeşinin de otistik olmasından dolayı kabul ediyor bu isteği. Bu yardım Ali'nin çiftliğinde çok vakit geçirmelerine ve yakınlaşmalarına neden oluyor. Ali Bilge'ye olan özel ilgisini ona da hissettiriyor ve Bilge'de ona karşı boş olmasa da pek belli etmiyor. Her şeyin çok güzel ilerlediği o zamanlarda Can Manay Duru'nun gidişiyle sarsılmış bir durumdadır. Adeta perişan bir halde olan Can'a Eti ve Bilge yardım ediyor. İlk başlarda pek istekli olmayan Bilge onun çaresizliğini görünce yardım etmek istiyor. Kendisine gelmesini sağlayanın Bilge olduğunu anlayan Can ona karşı ilgi duymaya başlıyor ve Bilge'yi bir şekilde etkileyerek evleniyorlar. Her şey çok güzel gidiyor ta ki Can, Duru'yu bulana kadar.
Duru'yu konferansa gittiği Avrupa'da bulan Can onun tüm gösterilerine gidiyor. İlgisi tekrar ortaya çıkınca onun için bir gösteri merkezi açmaya karar veriyor. Biletleri bulan Bilge ona sorunca kavga ediyorlar ve ayrılıyorlar. Duru ise Can'ın yaptırdığını bilse de kendi egosu nedeniyle kabul ediyor gelmeyi. Birbirlerini ilk gördükleri anda birlikte oluyorlar. Fakat akşamında Duru'nun söylediği bir söz nedeniyle Can, Bilge'nin değerini anlıyor ve Duru'ya zarar vererek gidiyor oradan.
Bilge'yle Can barışıyor fakat bunun farklı bir nedeni var. Eti, Bilge ve Özge Can'a komplo kurarak onu akıl hastanesine kapatıyorlar. Kitap Can Manay'ın akıl hastanesinde kalmaya devam etmesiyle, Özge'nin ve Deniz'in yeni buluşlarını uygulamaya başlamalarıyla ve Ali'nin Bilge'yle beraber olmasıyla sonlanıyor.
Çİ KİTAP ÖZETİ
Çi Kitap Özeti
Çi Akilah Azra KohenİYİ BİR HİKAYE ASIL BİTTİĞİ YERDE BAŞLAR...
Azra Kohen... İstanbul Üniversitesi Radyo Televizyon ve Sinema ile Ottawa Üniversitesi Üçüncü Dünya ülkelerine yardım ekonomisi bölümlerinden mezun çiçeği burnunda bir yazar. Okuyucuya içsel yolculuğun kapılarını açan üçlemesi Fi, Çi, Pi’in ikinci durağı Çi’dir.
Sabrın için minnettarım, diye başlıyor kitap ve şöyle devam ediyor:
"Bilgisayarımın bir köşesinde, bürokrasi hapishanesinde bekleyen Çi’yi sana ulaştırabilmek için vazgeçmemecesine savaştığımı ve seninle kurduğum bu bağın, senin varlığının, benim için çok değerli olduğunu bilmelisin. Aynı kaynaktan geldiklerimizle buluşmanın, hayatı değil sistemi yaşadığımızı anlamanın, bir parazit gibi tükettiğimiz bu gezegende kurulmuş bu lanetli sistemi aşmanın, gerekeni yapmak için uyanmanın zamanı yakın.
(...) Çi’nin satır aralarında pusuya yatmış anlamların sana ulaşması dileğiyle kocaman sarılıyorum sana, kendimden bir parçayı kucaklarcasına.
Beynimizi bilgiyle yıkamanın zamanı geldi." Ve Fi’den kaldığı yerden devam ediyor.
Can Manay en sonunda amacına ulaşır ve Duru’nun aklını çeler. Duru artık Can Manay’ın evinde yaşamaktadır. Sapkınlık derecesinde sevgilisine bağımlıdır. Öyle bir an gelir ki hiç kimseye sevgilisini göstermek istemez. Dans etmemesi için önüne bir sürü engeller koyar. Duru dans seçmelerine gittiği zaman, hiçbir şekilde gruba kabul edilmez. Dansıyla insanları büyüleyen Duru bu konuya bir anlam veremez. Çünkü Can Manay önceden ayarlayarak gruba katılmaması için talimat vermiştir. Tabi ki Duru’nun bu durumdan haberi yoktur. Bir de aşırı şekilde cinsel bağımlılık oluşmuştur. He dakika her saniye Duru ile çiftleşmek istemektedir. Önceleri Deniz’in umursamazlığından sıkılan Duru’nun bu ilgi hoşuna gider. Fakat sonra bu durumdan sıkılmaya başlar, kendini hapishanede gibi hissetmektedir. Önceleri Deniz’in bu durumdan haberi olduğunu ve umursamadığını düşünür. Fakat şans eseri Can Manay’ın evinde Duru’nun evinin bahçesini gözetlemek için yaptırdığı elektronik düzeni görür. Eski kayıtlardan Can Manay’ın evine gittiği gecenin kayıtlarını bulur. Deniz bahçede yere yığılmış ve çaresiz bir biçimde ağlamaktadır. Duru’yu aramış, fakat bulamamıştır. Aşık olduğu kadını bulamayınca korkmuş ve kendini çok zavallı hissetmektedir. Bu görüntü tek kelimeyle Duru’nun kabini parçalar. Artık pişman olmanın vakti gelmiştir. Can Manay’dan o kadar çok nefret eder ki ona gereken cezayı verecektir. Can Manay ise Duru’nun bu tavırlarından dolayı o kadar çok kendini kaybeder ki eski hastalığı nüksetmeye başlar. Çok yakın olduğu doktoru ve arkadaşı Eti’nin uyarılarına rağmen kendine gelemez. Çiçek’te yaptığı hatayı yine Duru’da da tekrarlıyordur. Can Manay bu durumdan kurtulacak mıdır?
Televizyonda bir magazin programında Duru ile Can Manay’ı gören Deniz o kadar çok bunalıma girer ki, artık şehirde yapılacak bir şey kalmadığına kanaat getirir ve bir köye yerleşir. Artık köyde bir işçidir. Karın tokluğuna çalışır, hiçbir şekilde para istemez. Sadece çocuklarla konuşur. Yetişkinlerle konuşmaz. Köyün imamının bir vaazında cevap verdiğinde midesi bulanır. Yetişkinlerden bu kadar çok nefret ediyordur. Fakat elinde öyle güçlü bir müzik yeteneği vardır ki dünyayı tek başına değiştirme kapasitesine sahiptir. Ama nasıl?
Çıkardığı ve çok güvendiği Darbe dergisi ile yine sansürden kaçamaz Özge. Dergi ilk sayısında çalınmış ve gizli bir numaranın mesajıyla çalındığı yeri bulmuştur. Kapağını değiştirerek sayısı eksik olsa da satmaya çalışır. Yine de istediği tirajı bulamaz. İnternet üzerinden e-dergi olarak dergiyi yayınlamaya çalışır. Bu arada ülke karışmış, bütün ülkede insanlar sokakta eylem yapmaktadır. Yanlışlıkla eylemin olduğu yere giden Özge polisten çok feci dayak yer. Bu arada Sadık Kolhan’la yakınlaşır ve Sadık Kolhan ona büyük bir teklif sunar. Bu teklif karşısında Özge çok şaşırır...
Bilge danışmanlık yaptığı Can Manay’ın son zamanlardaki tuhaflığından dolayı üzülmektedir. Ülkedeki eylemlerden dolayı uzun zamandır hoşlandığı Murat’ın polisler tarafından feci şekilde dövüldüğünü öğrenir. Darma duman olmuştur. Fakat Can Manay’ın yaşam sebebi olacaktır. Ama nasıl?
Hayatı değil, sistemi yaşadığımızı fark edenler, harekete geçmek için işaret bekleyenler, umursamayanlara karşı umursayanlar, hissedemeyenlere karşı hissedenler adına ve kendi tekamülünde kaybolmuşlar için yazılmış, dengeye adanmıştır, diyor yazar. Ders almak için, sistemin bize dayattığı bu hayatı sorgulamak için, en başta kendi farkındalığımızı fark etmemiz için okunması gereken bir kitap. Pi’yi de okuduktan sonra inanan bir insanın dünyayı değiştireceğine tanık olacağız. Sabırsızlıkla bekliyoruz..
Fİ KİTAP ÖZETİ
Akilah Azra Kohen Fi Kitap Özet
BU KİTAP HERKES İÇİN YAZILMADI
Azra Kohen… İstanbul Üniversitesi Radyo Televizyon ve Sinema ile Ottawa Üniversitesi Üçüncü Dünya ülkelerine yardım ekonomisi bölümlerinden mezun çiçeği burnunda bir yazar. Okuyucuya içsel yolculuğun kapılarını açan üçlemesi Fi, Çi, Pi’in ilk durağı Fi’dir. “Fi ile çıkılan yolculuğun tek durağıdır Çi. Sadece farkındalığa giden, değiştiren, mutlaka geliştiren bir yoldur bu ama sunduğu seks, macera, intikam, ihtiras sizi aldatmasın, zordur” diyor yazar. Kohen, verdiği bir röportajda ise Fi’nin yazılış amacını, ”Çaresizlik ve ihtiyaç. Çaresizlikten doğdu Fi. İzlemek zorunda bırakıldığım adaletsizliği engelleyebilmek için o kadar çaresizdim ki nerdeyse savaşa girecektim ve sonunda savaştığım o iğrenç şeye dönüşüp kesinlikle kaybedecektim, çünkü savaşlar savaşılarak kazanılmıyor, maalesef o kadar kolay değil. Ve ihtiyaçla büyüdü Fi, çünkü yazdıkça bir terapi gibi onardım kendimi.” diye tanımlar.
Yazara göre dünya büyük bir karmaşa içinde. Fakat bu karmaşanın nedeni ne eğitim, ne işsizlik ne de parasızlık. Ona göre annelerin çok büyük bir hatası var. Özellikle çocuklarını aşırı korumacı yetiştiren anneler, çocuklarına kimlik bilinci yüklemeyerek bireyselliğe erken yaşta uyanmalarını engelliyorlar. İşte bu kitap farkındalığını ortaya çıkarmaya çalışan dört ana karakter etrafında şekillenmiş bir eserdir. Kitabın ana karakterlerinden biri Can Manay… Ülkede çok ünlü ve zengin bir psikolog. Televizyonlarda program yapıyor ve özel seanslarında kendine özgü tarzıyla ünlü. Acımasız ve takıntılı bir avcı. İstediği ve açlığını çektiği şeyi elde etme pahasına her şeyini gözden çıkaracak kadar hırslı biri. Beraber olduğu kadınlarla buluşmasında rahatlık sağlayacak bir ev almak ister. Satın almak istediği eve bakarken yan evin bahçesinde dans eden bir kadın görür. Kelimenin tek anlamıyla çarpılır. İşte ondan sonra ‘bu benden de öte bir tutku’ diyerek tanımladığı dansçı Duru’ya aşkı başlar. Onu elde etmek için kendini kaybeder ve tüm kariyerini kaybetmek pahasına Duru’nun peşinden koşar. Fakat önünde çok büyük bir engel vardır. Kendi yeteneği altına ezilen bir müzisyen olsa da gayet karizmatik ve yakışıklı müzisyen Duru’nun sevgilisi Deniz. Bu yeteneğinin altında ezilmemek için kendini esrara veren yetenekli bir müzisyen. Can Manay, Duru’ya yakın olmak için bu evi satın alır. Birkaç kere çiftleri yemeğe davet eder. Duru en sonunda Can Manay’ın kendisine olan ilgisini fark eder, fakat Deniz’e olan aşkı ağır basar. Rahatsız olsa da bu durumdan Deniz’e bahsetmez. Fakat son zamanlarda Deniz’in esrara bu kadar çok bağlanmasından o kadar rahatsız olur ki aşklarında bir çatlaklık oluşur. Duru’ya olan bu ilgisi Can Manay’ı o kadar çok mahveder ki, sırf yakın olmak için projesi Deniz’e ona ait olan konservatuar açma teklifi götürür. Üniversitede hoca olan Deniz bu fikre o kadar çok sevinir ki, kafasında hazır olan projeyi gerçekleştirmek için hemen kolları sıvar. Diğer taraftan Can’ın Duru’ya olan ilgisini hiçbir şekilde fark etmez. Deniz’in bu tavrından Duru çok rahatsız olur. Ve Can Manay hiçbir şekilde Duru’dan vazgeçmez. Kendini kaybetme pahasına peşini bırakmamaya devam edecektir...
Romanın diğer ana karakterlerinden biri de Özge’dir. Köşeye sıkıştırılmış olsa da, potansiyelini kullanarak bu savaşı kazanmaya çalışan bir savaşçıdır. Can Manay’a istemediği bir soru sorulunca piyasada istenmeyen bir gazeteci olmuştur. Yine de yenilmez ve bu basın aleminin en başındaki kişiyle irtibata geçer. İnsanların sahte yüzlerini ortaya çıkaran ‘Darbe’ adında bir magazin dergisi çıkarır. Yine de Özge sansürlenmeye devam edecektir. Asla yenilmez ve savaşına devam eder...
Kitabın en sevilen ve en bilgece konuşmalar yapan dördüncü karakterimiz Bilge’dir. Şansız doğmuştur, fakat yine de hayatta kalmayı başarmıştır. Annesi yoktur. Doğru adında otistik bir abisi vardır. Can Manay’ın psikoloji sınıfından oldukça başarılı bir öğrencidir. Başkalarına ödev yaparak geçinmeye çalışan sıradan bir öğrencidir başlarda. Sonra Can Manay’ın danışmanı olarak yaşamaya devam eder. Ve sonra Can Manay’ın yaşam enerjisi olur. Ama nasıl?
Deniz'in oldukça yetenekli ve tüm yaylı çalgıları çalabilen bir öğrencisi var: Ada... Yeteneğine rağmen oldukça silik bir tip ve deli gibi Deniz'e aşık. Gösterişli biri olmadığından dolayı hiçbir erkek tarafından fark edilmez. Onu sadece tek bir kişi fark eder: Göksel. Oldukça iri yapılı konservatuarda öğrenci bir balet. Şans eseri Ada'nın müziğini dinlediğinde ona hayran kalır ve sapkınlık derecesinde Ada'ya bağımlı olur.
Bu kitap herkes için yazılmadı, der kitap. Farkındalığın ne kadar önemli olduğunu, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, (.............) asıl değerli olanın bizim için önemsizleştirilmeye çalışıldığını fark etmiş ya da fark etmeye hazır herkes için yazıldı, gerisiyse hikaye, der.
İnsanlar, anlaşılması için vardır metaforunu savunan kitabın kalınlığı sizi hiçbir şekilde vazgeçirmesin. Eminim Pi’yi de okuduktan sonra şu kanıya varacağız: Bir birey dahi doğru davranarak dünyayı değiştirebilir. Son olarak söyleyeceğim, kitabı okuyun ve tarafınızı seçin. Sizin için mi yazıldı bu kitap?
BU KİTAP HERKES İÇİN YAZILMADI
Azra Kohen… İstanbul Üniversitesi Radyo Televizyon ve Sinema ile Ottawa Üniversitesi Üçüncü Dünya ülkelerine yardım ekonomisi bölümlerinden mezun çiçeği burnunda bir yazar. Okuyucuya içsel yolculuğun kapılarını açan üçlemesi Fi, Çi, Pi’in ilk durağı Fi’dir. “Fi ile çıkılan yolculuğun tek durağıdır Çi. Sadece farkındalığa giden, değiştiren, mutlaka geliştiren bir yoldur bu ama sunduğu seks, macera, intikam, ihtiras sizi aldatmasın, zordur” diyor yazar. Kohen, verdiği bir röportajda ise Fi’nin yazılış amacını, ”Çaresizlik ve ihtiyaç. Çaresizlikten doğdu Fi. İzlemek zorunda bırakıldığım adaletsizliği engelleyebilmek için o kadar çaresizdim ki nerdeyse savaşa girecektim ve sonunda savaştığım o iğrenç şeye dönüşüp kesinlikle kaybedecektim, çünkü savaşlar savaşılarak kazanılmıyor, maalesef o kadar kolay değil. Ve ihtiyaçla büyüdü Fi, çünkü yazdıkça bir terapi gibi onardım kendimi.” diye tanımlar.
Yazara göre dünya büyük bir karmaşa içinde. Fakat bu karmaşanın nedeni ne eğitim, ne işsizlik ne de parasızlık. Ona göre annelerin çok büyük bir hatası var. Özellikle çocuklarını aşırı korumacı yetiştiren anneler, çocuklarına kimlik bilinci yüklemeyerek bireyselliğe erken yaşta uyanmalarını engelliyorlar. İşte bu kitap farkındalığını ortaya çıkarmaya çalışan dört ana karakter etrafında şekillenmiş bir eserdir. Kitabın ana karakterlerinden biri Can Manay… Ülkede çok ünlü ve zengin bir psikolog. Televizyonlarda program yapıyor ve özel seanslarında kendine özgü tarzıyla ünlü. Acımasız ve takıntılı bir avcı. İstediği ve açlığını çektiği şeyi elde etme pahasına her şeyini gözden çıkaracak kadar hırslı biri. Beraber olduğu kadınlarla buluşmasında rahatlık sağlayacak bir ev almak ister. Satın almak istediği eve bakarken yan evin bahçesinde dans eden bir kadın görür. Kelimenin tek anlamıyla çarpılır. İşte ondan sonra ‘bu benden de öte bir tutku’ diyerek tanımladığı dansçı Duru’ya aşkı başlar. Onu elde etmek için kendini kaybeder ve tüm kariyerini kaybetmek pahasına Duru’nun peşinden koşar. Fakat önünde çok büyük bir engel vardır. Kendi yeteneği altına ezilen bir müzisyen olsa da gayet karizmatik ve yakışıklı müzisyen Duru’nun sevgilisi Deniz. Bu yeteneğinin altında ezilmemek için kendini esrara veren yetenekli bir müzisyen. Can Manay, Duru’ya yakın olmak için bu evi satın alır. Birkaç kere çiftleri yemeğe davet eder. Duru en sonunda Can Manay’ın kendisine olan ilgisini fark eder, fakat Deniz’e olan aşkı ağır basar. Rahatsız olsa da bu durumdan Deniz’e bahsetmez. Fakat son zamanlarda Deniz’in esrara bu kadar çok bağlanmasından o kadar rahatsız olur ki aşklarında bir çatlaklık oluşur. Duru’ya olan bu ilgisi Can Manay’ı o kadar çok mahveder ki, sırf yakın olmak için projesi Deniz’e ona ait olan konservatuar açma teklifi götürür. Üniversitede hoca olan Deniz bu fikre o kadar çok sevinir ki, kafasında hazır olan projeyi gerçekleştirmek için hemen kolları sıvar. Diğer taraftan Can’ın Duru’ya olan ilgisini hiçbir şekilde fark etmez. Deniz’in bu tavrından Duru çok rahatsız olur. Ve Can Manay hiçbir şekilde Duru’dan vazgeçmez. Kendini kaybetme pahasına peşini bırakmamaya devam edecektir...
Romanın diğer ana karakterlerinden biri de Özge’dir. Köşeye sıkıştırılmış olsa da, potansiyelini kullanarak bu savaşı kazanmaya çalışan bir savaşçıdır. Can Manay’a istemediği bir soru sorulunca piyasada istenmeyen bir gazeteci olmuştur. Yine de yenilmez ve bu basın aleminin en başındaki kişiyle irtibata geçer. İnsanların sahte yüzlerini ortaya çıkaran ‘Darbe’ adında bir magazin dergisi çıkarır. Yine de Özge sansürlenmeye devam edecektir. Asla yenilmez ve savaşına devam eder...
Kitabın en sevilen ve en bilgece konuşmalar yapan dördüncü karakterimiz Bilge’dir. Şansız doğmuştur, fakat yine de hayatta kalmayı başarmıştır. Annesi yoktur. Doğru adında otistik bir abisi vardır. Can Manay’ın psikoloji sınıfından oldukça başarılı bir öğrencidir. Başkalarına ödev yaparak geçinmeye çalışan sıradan bir öğrencidir başlarda. Sonra Can Manay’ın danışmanı olarak yaşamaya devam eder. Ve sonra Can Manay’ın yaşam enerjisi olur. Ama nasıl?
Deniz'in oldukça yetenekli ve tüm yaylı çalgıları çalabilen bir öğrencisi var: Ada... Yeteneğine rağmen oldukça silik bir tip ve deli gibi Deniz'e aşık. Gösterişli biri olmadığından dolayı hiçbir erkek tarafından fark edilmez. Onu sadece tek bir kişi fark eder: Göksel. Oldukça iri yapılı konservatuarda öğrenci bir balet. Şans eseri Ada'nın müziğini dinlediğinde ona hayran kalır ve sapkınlık derecesinde Ada'ya bağımlı olur.
Bu kitap herkes için yazılmadı, der kitap. Farkındalığın ne kadar önemli olduğunu, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, (.............) asıl değerli olanın bizim için önemsizleştirilmeye çalışıldığını fark etmiş ya da fark etmeye hazır herkes için yazıldı, gerisiyse hikaye, der.
İnsanlar, anlaşılması için vardır metaforunu savunan kitabın kalınlığı sizi hiçbir şekilde vazgeçirmesin. Eminim Pi’yi de okuduktan sonra şu kanıya varacağız: Bir birey dahi doğru davranarak dünyayı değiştirebilir. Son olarak söyleyeceğim, kitabı okuyun ve tarafınızı seçin. Sizin için mi yazıldı bu kitap?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)